Fransız sanatçı: Bana Kürtçe söyleme dediler ama yine de söyledim

Kürtçeye olan ilgisi babasının kaybolmaya yüz tutan dillerden Oksitanca yazdığı şiirlerle başlamış.

Fransız sanatçı: Bana Kürtçe söyleme dediler ama yine de söyledim

23 yaşında valizini, enstrümanını ve tek yön uçuş biletini alarak İstanbul'a gelen Eléonore Fourniau için Orta Asya'dan Anadolu'ya, Mezopotamya'dan İran'a müzikal yolculuk sürüyor. Hem Alevi deyişlerini hem de Kürt ağıtlarını aynı duyarlılıkta seslendiriyor. Fourniau, Kronos'a konuştu...
23 yaşına geldiğinde valizini, enstrümanını ve tek yön uçuş biletini de alarak İstanbul’un yolunu tuttu Eléonore Fourniau. Ne dilini biliyordu ne kültürünü… Ansızın geldiği kentin yerlisi oluyordu yavaş yavaş. İstanbul Teknik Üniversitesi’ne (İTÜ) misafir öğrenci olarak kabul edildiğinde bir yandan doğu sazlarını öğrenirken diğer yandan piyano dersleri veriyordu.

Sosyal medyada da paylaştığı Kürtçe klipleriyle tanınan 1987 doğumlu Fransız müzisyen Eléonore Fourniau, kesintisiz altı yıl kaldığı İstanbul’dan ve Türkiye coğrafyasından kopamadı. Dengbêjlerden etkilenerek söylediği seslere ne kadar aşina ise Alevi deyişlerini bir o kadar ustaca yorumluyor.
Fourniau, İran’ın Kürt bölgesinden (Rojhilat) Kürt müzisyenlerle ile üç ay önce Montreal’de bir konser verdi. Kurmanci ve soranice lehçelerinde şarkılar söylediler. Davet edildiğinde kendisinin Fransız olduğunu düşünüyorlardı. Belki de Türkiye’den gelen bir Kürt olduğunu sanıyorlardı. Oysa onu Kürtçenin her iki lehçesinde de söyleyebileceği için tercih ettiler. Büyük ilgi gören konserin ardından, bu ay da Hindistan’da aynı grupla sahneye çıkacak ve World Sacred Spirit Festivali’ne Anadolu’nun, Mezopotamya’nın seslerini taşıyacaklar.

Kürtçeye olan ilgisi babasının kaybolmaya yüz tutan dillerden Oksitanca yazdığı şiirlerle başlamış. Atalarının kullandığı Oksitanca dilinin kaybolmasına babası gibi gönlü razı olmayan Fourniau, baskı altında olan diğer diller gibi Kürtçeye olan duyarlılığını artırmış.

2010 yılında Türkiye’ye geldiğinde Anadolu’nun tarihini ve uygarlığını üniversitede tarih öğretmenliği okuduğu için bildiğini söyleyen Eléonore Fourniau, “Çok çeşitli dinlerin, dillerin ve halkların olması ilgimi çekiyordu.” diyor.

Kürtçeyi, varlığını devam ettirmesinin önünde engeller olan bir dil olarak gören genç müzisyen, “Hem tarihsel hem de güncel açıdan bu böyle. Ben Türkiye’ye geldiğimde bu konuda daha toleranslı bir döneme denk gelmiştim. Ama birkaç yıl içinde hem siyasi, hem sosyolojik açıdan (halk arasında) öyle olmadığını gördüm. Ne kadar problemli bir konu olduğunu anladım. Gittikçe derinleştiğini fark ettim.” ifadelerini kullanıyor.
‘KÜRTÇENİN KONUŞULDUĞU COĞRAFYAYI SEVİYORUM’

Yine de Ortadoğu kültürleri ilgisini çekmeye devam ediyor. Genel olarak dilleri çok seviyor. ‘Seviyem çok iyi değil’ dediği Kürtçeyi saymazsak beş dil biliyor: Fransızca, Türkçe, Rusça, İngilizce ve İtalyanca… Kürtçenin onun için cazip olmasının nedenlerinden biri ise Hint-Avrupa dil ailesine ait olması. Bundan dolayı diğer Hint-Avrupa dillerine gramer, sentaks ve leksik açıdan yakınlık oluşturması. Kürtçenin konuşulduğu coğrafyayı çok sevdiği için insanlara anadillerinde hitap etme isteği, elbette o dilde şarkı söylemesi, özellikle dengbej parçaları ve ağıtları için, oyun havaları için Kürtçeye olan tutkusu sürüyor.
‘KÜRTÇE SÖYLEME DEDİLER YİNE DE SÖYLEDİM’

“Kürtçe bazı dönemlerde Türkiye’de başınıza iş açabiliyor. Sizin tedirgin olduğunuz zamanlar oldu mu? Olumsuz deneyim yaşadınız mı?” sorusunu ise şöyle cevaplıyor Eléonore Fourniau: “İstanbul’dayken pek tedirgin olduğum zamanlar olmadı. Tedirginlikten ziyade üzülüyorum. Kürt dilini ve kültürünü yaşatan insanlar sorunlar yaşıyor. Bazı konserler iptal ediliyor. Hâlâ Kürtçe bazı insanların hoşuna gitmiyor. Kişisel olarak olumsuz deneyimler yaşamadım (Sosyal medyadaki bazı kötü niyetli yorumlar hariç ki, onları hiç ciddiye almıyorum) ancak bir iki kez Fransa’da politik sebeplerden dolayı Kürtçe söylememem gerektiği yönünde tavsiyeler aldım. Ama yine de söyledim.”

Fourniau, Türkiye’ye gelmeye ve Anadolu müzikleriyle tanışmaya nasıl karar verdiğini şöyle anlatıyor: “Fransa’da üniversiteden mezun olduktan sonra bir yıllığına bir yere gitmek istiyordum, müziğe odaklanmak geçiyordu içimden. Türkiye uzun zamandır ilgimi çekiyordu. İlk önce Türkçe sonra da saz ve Türkiye’nin halk müziğini öğreneyim istedim. Ama pek bir şey bilmiyordum bu konuda. Sadece içimde büyük bir ilgi ve istek vardı. 23 yaşımdayken valizim, enstrümanım ile birlikte tek yön uçuş biletimi aldım. Kimseyi tanımadığım, dilini ve kültürünü bilmediğim İstanbul’a yerleştim. Yavaş yavaş hayatımı orada kurdum. Hem ders alıyor (çeşitli özel dersler aldım ve İTÜ’ye üç sene misafir öğrenci olarak gittim. İki yıl Erdal Erzincan müzik kursuna devam ettim) hem de iş olarak piyano dersleri veriyordum. Bir yıl kalmak üzere gitmiştim ama tam altı yıl yaşadım İstanbul’da. Gittikçe bu ülkenin olumlu ve olumsuz deneyimleriyle tanıştım ve benimsedim. Bir yandan da ilk müzik projelerimi gerçekleştirdim. Sırasıyla Oksit grubu, Le le Rihe klibi ile büyük ilgi uyandıran konservatuvardaki arkadaşlarım ile kurduğum Kürtçe müzik yapan Esman grubu, Mercan Erzincan ile düet… Onlarla çok şey öğrendim.”
ORTA ASYA’DAN ANADOLU’YA

Fourniau için İstanbul, ilk doğu tecrübesi değil. Gençlik yıllarında Orta Asya’da yaşadı. Bu deneyimin hayatını nasıl etkilediğini anlatırken ise çocukluk yıllarına gidiyor genç müzisyen: “Evet, 11 ile 14 yaşları arasında Özbekistan’ın Taşkent şehrinde yaşadım. Orada Rus dilini öğrendim. Özbek dilini sadece Özbekler konuşuyordu. Oradaki diğer milletler ise Rusça kullanıyordu. Farklı kültürlerle ve milletlerle tanışma fırsatım oldu ilk gençlik yıllarımda. Bu karışım hareketli Sovyet tarihinin de bir yansımasıydı. O milletlerin çoğu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Asya’ya sürgün edilmişti. Özbekçe derse giriyorduk fakat pek öğrenememiştim diğer öğrenciler gibi. Keşke öğrenseymişim. Belki daha sonraki yıllarımda Türkçe öğrenmekte o kadar zorlanmazdım.

Konservatuvar okurken Rus ekolünden etkilenen sağlam bir müzik eğitimi aldığını ve müziğe sıkıca bağlandığını belirten Fourniau, o zamanlar sadece klasik piyano çalıyormuş. Küçük yaşlarda hem Sovyetik hem doğu kültürlerinden oluşan bir toplumda yaşamış olmak kendisinde farklı kültürleri tanımak ve yabancı dil öğrenmek için ufuk açıcı olmuş: “Bu tecrübe hayatımı çok etkiledi. Beni Doğu ve Ortadoğu kültürlerine, coğrafyasına çok bağladı. Türkiye’ye geldiğimde hem kültürel açıdan hem de coğrafya açısından özellikle doğu bölgelerinde hiç yabancılık çekmedim.”

Sadece Kürtçe müzik yapmıyor bugün Eléonore Fourniau. “Kürtçeye ağırlık versem de genel olarak Anadolu müziği yapıyorum.” diyor ve ekliyor: “Alevi ve Türk halk müziğiyle başladım, sonra çeşitli dillerin müzikleri ilgimi çekmeye başladı. Şimdi Kurmanci, Zazaca, Ermenice ve Lazca da söylüyorum.”

Yine de Alevi ezgilerinin ve sazın, kutsal ve büyüleyici boyutundan dolayı onun için ayrı ve özel bir yeri var. Kürtçe aracılığıyla İran, Irak ve Suriye’deki Kürt bölgelerini tanıma imkanı da bulmuş genç sanatçı. Ayrıca, Samaïa adlı bir projesinde (vokal trio) tamamen dünya müziklerine gönül vermişler. Sınır koymadan… Hoşlarına giden halk parçalarını İsveçce, Gürcüce, İspanyolca, Türkçe, Kürtçe, Ladino ve Bulgarca demeden seçip kendilerine göre düzenleyip seslendirmişler.
Sadece akademik eğitimle yetinmemesi ufkunun açılmasına sebep olmuş. Fourniau, “Türkiye’de Erdal ve Mercan Erzincan ile, Gülseven Medar, Dengbej Xalide gibi ustalarla çalıştım. Konservatuvardaki arkadaşlarımla yaptığım çalışmalarla da onlardan çok şey öğrendim.” diyor.

Sesi ve projeci kişiliğinin yanında bir çok sazın da virtüozu olan Eléonore Fourniau, bu yönünü şöyle özetliyor: “İlk ve en uzun eğitim aldığım ve çalıştığım enstrüman piyano.

Fakat o enstrümanı sahnede kullanmıyor ve bunu eksiklik olarak görüyor. Kafasında bir proje var. Piyano ile çalıp söylemek. Halk müziğini farklı seslerle ve tarzlarla buluşturmak:

“Türkiye’de biraz saz öğrendim. Bir de hurdy-gurdy çalıyorum. Fransızca ismi «vielle à roue», Türkçeye «tekerlekli kemençe» olarak çevirdim. Bu enstrümanın tarihi aslında kimi dokuzuncu kimi XI yüzyılda başladı diyor. Bütün Avrupa’da biliniyor. Önceleri kilise enstrümanı olarak, daha sonra saray enstrümanı olarak piyanonun yerini alıyor. Derken hurdy-gurdy halka geçiyor ve halk müziği enstrümanı olarak köy düğünlerinde oyun havalarına eşlik ediyor, hatta dilenciler çalıyor. Son dönemlerde hem halk sazı olarak çalınıyor hem de birkaç müzisyen onu daha da modern bir şekilde elektrik veya elektro-akustik bir şekilde kullanmaya başladı. Halk müziğinden farklı repertuvarlarla da tanıştırıldı. Bu sazı özel kılan şey süreklilik: Tekerlek sayesinde sesi durmuyor ve dem sesleri de melodiye eşlik ediyor. Bu hem hareket açısından (tekerleği sürekli döndürmek) hem de felsefi açıdan büyük bir maneviyatı içeriyor. Ortaçağ’da insanlar bu sürekliliğe olumsuz şeytani bir manevilik atfediyordu, cehennemi çağrıştırdığını düşünüyordu. Misal, ünlü ressam Jerome Bosch 1503 yılında çizdiği bir triptikte (cennet-araf-cehennem), hurdy-gurdy cehennem bölümünde bulunuyor. Bu enstrümanın ustalığı tekerleği döndürürken ritm de vuruluyor (Anadolu müziğinde bu özelliği çok kullanmıyorum). Yine de çok yaygın değildir, herkes tanımaz, Fransızlar bile…
MÜZİĞİMİ SINIRLANDIRMIYORUM

Yaptığınız müziğin muhatabı olarak kimi görüyorsunuz? Sizi kim dinliyor, kimlerin dinlemesini istersiniz?

Beni farklı toplumlar dinliyor. Kürtçe ve Alevi müziği söylediğim için beni daha çok onlar tanıyor. Özellikle Türkiyeliler yavaş yavaş da İran, Suriye ve Irak’taki Kürtler beni tanımaya başladı. Buna çok seviniyorum. Sosyal medya üzerinden bu bilinirlik artıyor. Fakat konserlerime herkes geliyor. Fransızlar, Avrupalılar. Üç ay önce Montreal’de bir konser verdim. Önümüzdeki günlerde Hindistan’da Telli Turnalar grubumuz ile World Sacred Spirit Festival’e katılacağız. İnsanlar anlamasalar da farklı müziklere ilgi duyuyorlar ve beğeniyorlar. Sonuçta müzik evrensel, ben de müziğimi belli toplumlarla sınırlandırmıyorum.

Sadece müzik yaparak hayatınızı devam ettirebiliyor musunuz?

İş olarak müzik yaparak ve dersler vererek hayatımı devam ettirmeye çalışıyorum. Hobi olarak video yapıyorum. Kliplerimin çoğunu kendim çekip kurguladım. Amatör olduklarını çok farkındayım ama en azından bu benim bakış açımdan çıkan bir şey ve bence sanatçılar müzikten ziyade daha fazla müziğin etrafında yanındakilerle ilgilenmeli. Bu konuda şu anda acemi olsam da bağımsız olacak şekilde kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Fakat önümüzdeki dönemde profesyonel videocularla çalışmaya karar verdim ve albümün hazırlığını yapıyorum Öte yandan tarih ve siyaset, spor, yoga ve tabi ki seyahat da vazgeçilmezlerim arasında.

Kendinize ait söz ve besteleriniz var mı?

Yazıp da beğendiğim bir beste yok henüz. Ama bu benim hayalim. Her sanatının bence kendine ait besteleri olmalı. Onun üzerinde çalışıyorum. Ama hangi dilde yazacağımı, duygularımı en güzel nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Bazen dilim yetmiyor. Ama çalışıyorum.

‘TELLİ TURNALAR’LA YOLCULUK

Telli Turnalar dört kadın sanatçıdan oluşan ve başarılı bir uyumu yakalamış bir müzik topluluğudur. Bunlardan ikisi Türkiye’de yaşamış Avrupa kökenli Eléonore Fourniau ve Petra Nachtmanova, diğer ikisi ise, Anadolu kökenli olup Fransa’da yetişmiş Cangül Kanat ve Gülay Hacer Toruk. Onları biraraya getiren Anadolu halk müziği ve onun kadim sazı bağlama’ya olan ortak tutkularıdır. Anadolu kültürünün çeşitliliğinden, zenginliğinden, törenlerinde sazı yücelten alevilerden, halkın isyan ilanını ve duygularını dışa vuran ozan ve aşıklardan esinlendiler. Müzikte kadın bakış açısını sunan cömertlik, içtenlik ve açıklıkla belirlenmiş ortak bir arayışta bir araya geldiler.

Sazın sesi, tınısı, her sesin kişiliğinin ve yegane renginin yer aldığı, hurdy-gurdy olarak nitelendirilen bir ortaçağ enstrümanının ve vurmalıların da ustaca çok sesli müzik yapısına dahil edildiği bir müzikal temeli dokuyor. Büyük acı ve güzellikle belirlenmiş dünyanın bu çarpıcı ve zengin bölgesine aynı derecede ait olan farklı dillerde (Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Yunanca vb.) sevda türkülerinden oluşan bir repertuvarı yorumluyorlar