HDP Şırnak Milletvekili Kaçmaz: Türkiyelileşme Kürt meselesinde frenleyici bir unsur değildir

HDP Şırnak Milletvekili Kaçmaz: Türkiyelileşme Kürt meselesinde frenleyici bir unsur değildir

HDP Şırnak Milletvekili Hüsayin Kaçmaz, partiyle ilgili son tartışmalara değinirken, "Gerek parti programı gerekse de Türkiyelileşme politikası hiçbir surette Kürt meselesinde frenleyici ya da kısıtlayıcı, öteleyici bir unsur değildir. Aksine parti programında açıkça belirtildiği şekilde Kürt realitesini net bir şekilde sahiplenme ve Kürt sorununun çözümü için siyaset arenasında kendine rol ve misyon edinmiş bir partidir" diyor. Kaçmaz, HDP'nin Kürtlerin en büyük partisi olduğunu söylüyor.

Silopi’nin sırtını Cudi’ye vermiş, karşısına Zaxo’yu almış sarı sıcak ovasında Tayî Aşireti’nin bir ferdi olarak kalabalık bir ailede dünyaya geldi. Körfez Savaşı sürerken Saddam Hüseyin’in Halepçe’de katliam yaptığı, binlerce insanın Silopi sınırına göç ettiği o yersiz, yurtsuz yıllar…
Henüz 4-5 yaşlarında olmasına rağmen o günlerin hafızası dipdiri. Aile büyükleri camları, kapıları, naylonlarla kapatıyor, saldırı sırasında kimyasal gazdan etkilenmemek için ıslak battaniyeler altında ufacık bir banyoda saklanıyorlardı. Geceleri pencereleri, kapıları ışık geçirmeyecek şekilde kapatırken anne babalar, uzun zaman sonra bunun adının Karartma Eylemi olduğunu öğrenecekti. Saklambaç oynuyorlardı ona göre. Saddam’dan kaçılan bir ölüm kalım oyunuydu.

“Bir sabah uyandığımda alabileceğimiz kadar ev eşyamızın bahçenin ortasında toplandığını, son olarak da duvarda asılı ahşap saatin amcam tarafından asılı olduğu yerden alınıp ayrı bir yere koyarak saati iyi muhafaza etmemiz gerektiğini söylediğini anımsıyorum. Nereye gideceğimizi bilmeden yola koyulduk. Ama fazla uzağa gidemedik. Cizre’de tek göz bir odaya yerleştik. Irak’taki savaşta dengeler değişip Saddam’ın bize karşı tehdit oluşturamayacağı anlaşılınca tekrar eşyalarımızı kamyona yükledik ve Silopi’deki evimize doğru yola koyulduk. Gözüm o aile yadigarı saati arıyordu. Maalesef iyi koruyamamıştık. Hala camı kırık halde duvarda asılı…”

O kırığın sorumluluğuydu belki hafızasını yarına taşıma isteği. Hemen her Kürt çocuğun Bahman Gobadi filmlerini aratmayacak anılarında, abisiyle birlikte boş mermi kovanlarını toplayıp hurdacıya satan bir sevinç vardı. “Bir keresinde lav silahı bulduğumuzdaki sevincimizi anlatamam, hemen taşlarla ezip hurdacıya sattık” derken savaşın sevindirdiği duygunun acziyetini hatırlatıyor.
Hayatında ilk kez babasının bir top hediye ettiğini ve o topa ilk vurduğunda tavandaki çiviye isabet ederek topun patladığını anlatırken, talihin hayatlarımızdaki isabetli rolünün altını çiziyor.
İlkokulda öğretmen “Hüseyin Kaçmaz kim?” diye seslendiğinde, sağa bakıyor yok, sola bakıyor yok. Zira o sadece, Hisên olarak biliyor kendini.
HDP Şırnak Milletvekili olarak TBMM’de, kürsüye elini vurup “Em Kurd in, Hûn dijminê me ne” diyen Silopi’nin Hisên’i yani Hüseyin Kaçmaz’ı dinliyoruz.

Şırnak, son 50 yıllık tarihi içinde iki üç kez ciddi göçler vermiş bir şehir. Bu göçe oranla, en çok geri dönüşün yaşandığı şehir olmakta da yine birinci sırada. Buradan şunu anlıyoruz. Her türlü yaşamsal zorluğa ve hedef haline getirilmeye rağmen Şırnaklılar kentlerinden vazgeçmiyor. Şehirlerini çok seviyor. Nasıl bir motivasyon gözlemliyorsunuz siz bu anlamda?

Şırnak birçok kez savaş, çatışma, inkar, imha ve asimilasyon politikaları sebebiyle göç verdi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Şırnak halkı kendi toprağını, yaylalarını, ailelerini, akrabalarını, komşularını, sevdiklerini, kültürlerini, manevi değerlerini ve dağlarını terk etmek istemiyor. Çünkü tüm bu saydıklarımız yaşanmışlıkları barındırıyor. Ve bizler anılarımızı, aidiyetlik duygusu beslediklerimizi terk edemeyiz. Şırnak halkı kendi öz değerlerine ve toprağına, dağlarına bağlı bir halktır. Ben de uzun yıllar yurt dışında üniversite de okurken tüm imkanlara rağmen eğitimimi bitirip Şırnak’a dönme hayali kuruyordum. Son olarak söylemem gerekirse tüm bu saydıklarımla beraber insanın memleketini sevmesinden başka bir çaresi var mı ki diye de sorarım.

‘YAŞANILAN KIYAMET BENZERİ VAHŞETTİ’

Şırnak’ta en son 2015-2016’da yaşananlar içinde bulunduğumuz çağın en büyük utançlarından biriydi. Bunca tanınmamaya, yok sayılmaya rağmen Şırnak halkına bu mücadele azmini veren, vazgeçirmeyen, Kürt olmaktan ve anadilinden uzaklaştırmayan, aslında asimile ettirmeyen duygu nedir?

Taybet Ana, Cizre Bodrumları, Hacı Lokman Birlik ve daha birçok acıya birebir müdahil olmuş biri olarak söyleyebilirim ki bu yaşatılanlar tam olarak kıyamet benzeri bir vahşetti. Doğup büyüdüğümüz ve çok sevdiğimiz memleketimiz aniden kıyameti yaşıyor ve tabiri caizse cehenneme dönüşüyordu. Taybet ananın cenazesini 7 gün 7 gece sokakta bırakabilmek, Hacı Lokman’ı öldürdükten sonra zırhlı aracın arkasına boynuna ip geçirip sürüklemek ve vücudunda 100’lerce mermerinin çıkması, sokak ortasında çıplak teşhir edilen genç kızların cansız bedenleri ve bir çoğu neredeyse küle dönmüşçesine… Cizre katliam bodrumlarından çıkarılan cenazeler, cenazesi derin dondurucuda günlerce bozulmasın diye saklanmak zorunda kalan Cemile ve daha 3 aylık Miray bebeğin ölümü için düşmanlıktan öte daha ağır ve saf bir kötülük gerekmektedir. Bu olayları her düşündüğümde Hannah Arendth’in “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı eserinde Nazi Almanyası’nda Yahudilere ve diğer ötekilere uygulanan vahşetin kendi coğrafyamızda da bize yaşatıldığını görmekteyim. Bahsi geçen tüm bu olaylarda Silopi’deydim. Taybet Ana’nın cenazesinin hayvanlar tarafından parçalanmadan bulunduğu yerden kaldırılması için hepimiz ilgili kurumlar ve kişilerle defalarca görüşme yaptık. Cizre bodrumlarında katledilenlerin otopsisine -Srebrenitsa Katliamı’nın kurbanlarının otopsilerine de girmiş olan- bir doktor arkadaşla katıldım. Ama birkaç otopsiden sonra Ankara’dan gelen müdahaleyle önce ben ve meslektaşım sonrasında da doktor arkadaşımız otopsiye katılamadı. Bu durum orada bir şeyler gizlendiğini ispatlar nitelikteydi. Fakat daha fazla bir şey yapamadık. Ancak mesleki olarak yapabildiğim tek şey maalesef ki, ailelerin cenazelerine ulaşmasına ve cenazelerini teslim almasına yardımcı olmaktı.

‘ONURLU BİR YAŞAMDA ISRAR EDİYORUZ’

Otopsiden çıktığınızda ne haldeydiniz?

Bu zulme sebep olanlar, Kürt meselesini çözümsüz bırakanlar, aslında tüm bu zulmü, 100 yıldır boyun eğdirememe sebebiyle Kürde duydukları öfkeyle birlikte, aslında Kürdü sindirmek ve bir daha resmi ideolojinin dışında herhangi bir talepte bulunmamalarını hatta resmî ideolojiye aykırı düşünmemelerini sağlamak ve boyun eğdirmek için bu kadar aklın vicdanın alamayacağı şekilde zulmettiklerini bir kez daha anladım. Ancak unuttukları bir şey var. Kürtler ilk defa katledilmiyor! Kürtler yüzlerce yıldır dörde bölünmüş coğrafyalarında katliama maruz kalıyorlar. Her bir katliamda katledilenler hayatta kalanlara tek bir vasiyette bulunuyorlardı “Boyun Eğmeyin” diyorlardı. Kürtler de Ortadoğu’daki mazlum bir halk olarak kendi diline, kültürüne ve kaybettiklerine sahip çıkabilmek ve değerlerini yaşatmak için olağanca gücüyle bu inkarcı zihniyete karşı her seferinde direnmeyi seçiyorlar. Direnme gücünü haklılığımızdan alıyoruz. Bizler kendi topraklarımızda, kendi öz benliğimizle onurlu ve haysiyetli bir yaşamda ısrar ediyoruz. Bir daha acıların yaşanmaması için çözüm geliştirmek zorunda farklı bir alternatifimiz yok.

En genç vekillerden birisiniz. Sizin de adalet savunucu olmayı seçmeniz sürpriz olmadı sanırım? Hukuk Fakültesi’ni kazanmak isterken neyi, kimi savunmaktı amacınız, arzunuz?

Tabii hukuk fakültesi okumak haksıza karşı haklıyı, zalime karşı mazlumu savunmak birçok Kürt çocuğun hayalini süslemekteydi. Ben de onlardan biriydim. Yukarıda anlattıklarımın bir daha yaşanmaması için mazlum Kürt halkının ve diğer ötekilerin zulme uğramamaları için hukuk okumayı seçtim. Hukuk okuyup bir daha ne bize ne de başkalarına kimsenin zulmetmesine müsaade etmeyeceğimi düşünerek çocukluğumu geçirdim. Zaten basit bir bakışta bile anlaşılacağı üzere, ancak hayatın her anında dili, kültürü yasaklanan, ötekileştirilen, zulme uğrayan bir halkın çocukları hukuk okumaya bu kadar meraklı olabilirlerdi. Ez cümle, zulme karşı mücadele etmek için hukuku seçtim.

Kürtlerin toplum olarak da siyaseten de yalnız bırakıldığını düşünüyor musunuz?

Hayır… Belki uluslararası anlamda baktığımızda devletler ve bazı kurumların Kürtlerin uğradığı haksızlıklar karşısında sessiz kalması veya yeterli tepkiyi göstermemesi bir an için Kürtlerin yalnız bırakıldığı gibi bir hisse kapılmamıza sebebi olabilir. Ancak hakikat hiçte öyle değil. Aslında Rojava’daki işgal karşısında Avrupa, Amerika, Latin Amerika ve daha birçok ülkede halklardan işgale karşı büyük bir tepkilerin gösterildiği ve Kürtlerle muazzam bir dayanışma gösterildiğine şahit olduk. Bizim desteğini, dayanışmasını kıymetli bulduğumuz halklar bizi asla yalnız bırakmadı. En nihayetinde bizler de HDP olarak yalnızca Kürtlerden müteşekkil bir yapı, bir parti değiliz. Birlikte mücadele ettiğimiz Türk, Ermeni, Süryani, Arap, Çerkez, Laz ve daha sayamadığım birçok halktan yoldaşımızla birlikte mücadelemiz tüm hızıyla devam ediyor. AKP’nin tüm ötekileştirici, düşmanlaştırıcı politikalarına rağmen birlikte mücadele etmekten geri durmadık. Aslında AKP’nin Kürtleri yalnız hissettirmeye çalışmak gibi bir politikası olduğunu tüm halkımız bilmeli. Bu şekilde hissettirerek farklı halkların ve inançların birlikte yaşayabileceğine olan inancı kırmak istemektedirler. Ancak tüm bunlara rağmen daha önce Kürtlerin uğradığı haksızlıklara ve saldırılara karşı itiraz eden ve birlikte omuz omuza mücadele ettiğimiz halklar var. Kesinlikle Kürtler yalnız değil. AKP’nin bilinçli bir şekilde devreye sokmaya çalıştığı bu politikaya rağmen bu dönemde pandemi sebebiyle HDP’nin düzenlediği Kardeş Aile Kampanyası’na Karadeniz halkı da destek vermekte ve dayanışma göstermektir. Bu dayanışma seçim dönemlerinde Türkiye’nin her bölgesinden aldığımız oylardan da açıkça görülmektedir.

Türkiyelileşme politikasına dair eleştiriler yükselince, parti içinde bunun tabana doğru anlatılmadığı üzerine açıklamalar yapıldı. Kongredeki ‘HDP Kürtlerin partisi değil’ açıklaması ya da Ahmet Şık istifası ile de bu hep konuşulan bir konu oldu. HDP’nin tabanı yani Kürtler, HDP’yi fazla mı sahipleniyor?

HDP, Ortadoğu’da son yüzyıldır özellikle emperyalist ve hegemonik güçlerin kurduğu düzeni aşmanın yolunu açacak olan modelin/gerçekliğin kısmi yansımasıdır. Ortadoğu’da yüzyıllardır bir savaş, yaşam ve anlayış tarzının oluşturulduğu, bunun kimseye kazandırmadığı görülebilir. Gelecekte de kimseye kazandırmayacağını gören bir paradigmadır HDP. Bu zeminde taraflara savaşmanın çözüm olmayacağını, farklı bir yol bulunması gerektiğine odaklanmanın sonucudur. HDP’yle Kürdistan ve Türkiye boyutu ile ulaşılmak istenen tamamıyla bu zemini, bu anlayışı, bu modeli, statükoyu değiştirmek, bunun dışına çıkmaktır. Yeni bir düşünsel, toplumsal, siyasal zeminde buluşulması halinde savaşlara gerek kalmadan herkesin muradına erebileceği, müreffeh bir zemine ulaşılabileceği öngörüsüyle yoğunlaşmaların sürdürülmesi idealiyle ortaya çıkan sonuçtur. Pratik sahada aşılması kolay olmayacak engeller var. Kurulu düzenin aparatları ve devam edicileri bu paradigmaya tüm güçleriyle saldırıyorlar. Emperyalist güçlerin bu paradigmaya karşı çıkması kurdukları düzene ve statükoya tehdit oluşturması sebebiyle kolay bir şekilde anlaşılabilir. Ancak süreci anlama, algılama konusundaki sıkıntılardan dolayı kangrenleşen bazı durumların da kendi halkımızda ve yapılarımızda artık aşılması gerek. Bu paradigmanın öncüsüne, uygulayıcılarına güvenerek i, inanarak omuz omuza vererek mücadeleyi büyütme zamanıdır.

‘TÜRKİYELİLEŞME KÜRT MESELESİNDE FRENLEYİCİ BİR UNSUR DEĞİLDİR’

Neden bu tür yanlış anlaşılmalar olduğunu düşünüyorsunuz?

HDP parti programı ve tüzüğüyle alışılagelmiş partilere neredeyse hiçbir suretle benzememekte. Kürt halkının yaklaşık 25-30 yıllık siyaset arenasındaki temsiliyetlerini sağlayan partilerden farklılıkları sebebiyle yeterince ve doğru şekilde anlatılmadığı zaman, ister istemez bazı kişilerin kafasında bazı soru işaretlerinin oluşmasına sebebiyet verebilmesi de doğaldır. Halkımızın bir kısmında HDP’yle birlikte “Kürt halkının taleplerinin dile getirilmesinde bir sönümlenme veya ideolojik bir karmaşa mı yaşanıyor?” diye düşündürdüğünü varsayarsak bile bu durum aslında HDP’deki biz Kürt vekillerin ve yöneticilerin HDP’yi halkımıza anlatmada ve Kürt halkının taleplerinin dile getirilmesinde varsa bir eksiklik veya yetersizlik ile açıklanabilir. Çünkü gerek parti programı gerekse de Türkiyelileşme politikası hiçbir surette Kürt meselesinde frenleyici ya da kısıtlayıcı, öteleyici bir unsur değildir. Aksine parti programında açıkça belirtildiği şekilde Kürt realitesini net bir şekilde sahiplenme ve Kürt sorununun çözümü için siyaset arenasında kendine rol ve misyon edinmiş bir partidir. HDP parti olarak dediğimiz gibi alışılagelmiş olan partiler dışında bir yapıya sahip olduğu için bu tarz anlatma ve anlama konularında kısmen de olsa riskler barındırabilir. Ancak bu durumun aşılması HDP paradigmasına saldırarak ya da anlamsızlaştırılarak değil, anlamak için samimiyetle sorarak ve bizlerin de samimiyetle ve sabırla anlatmasıyla üstesinden gelebileceğimiz bir durumdur. Hiçbir yerde hiçbirimiz “HDP Kürt partisi değildir” demedik. Her platformda dediğimiz HDP yalnızca bir Kürt partisi değildir sözüdür. Tek başına Kürtlerin partisi olmadığını net bir biçimde ortaya koymak zorundayız. Ancak HDP Kürt meselesinin çözümünü en elzem mücadele alanı olarak gören ve Kürt meselesinin çözümü için siyaset üreten, mücadele eden tek ve meskenin gerçek sahiplenicisi olduğu pozisyonunda çok nettir. Ahmet Şık’ın istifası durumuna ilişkin aslında genel merkezimiz tarafından paylaşılan açıklamayla yetinmek yeterlidir diye düşünüyorum.

Ahmet Şık’ın altını çizdiği “HDP’deki anti-demokratik zemin”in temelinde ne var sizce?

Siyasal ve toplumsal bir organizasyon olarak HDP, her şeyden önce, ahlaki bir oluşum olduğu için demokratiktir. Bu gerçeklik kabul gördüğü için de her dönemde gelişerek varlığını sürdürüyor, sürdürecektir. Bilindiği üzere HDP çok bileşenli, çok sesli ve çok kültürlü olarak da gerçek bir halklar bahçesidir. Bu bahçeye dikkatle baktığımızda her şey görünürdür ve doğaldır, homojenlik yoktur. Başlangıç ve bitiş sınırları çizilmez, ifade çizgileri, başlama noktaları ve daha aklınıza gelecek tüm toplumsal haller, içindeki zenginliğe göre her an her şekildedir. Zenginliği de buradandır! Tüm bunları bir arada tutan iki nokta da inanç ve umuttur. “Bu bahçede bazı otların boyu diğerinden uzundur, bu köşedekilerin rengi soluktur, şu azdır o halde çıkaralım” diyerek siyaset yapılmıyor. Böyle dersek tam da ulus devlet tarzı siyasetin içine çekilip, tekleşmeye yenik düşeriz.
Somut halimizin de bundan çok farklı olmadığını kalınca vurgulayalım. HDP bir yaşam partisidir. Bu yaşamın kendine has, hepimizi bir arada tutan ilke ve konsensüsü var. Fakat bunları yaşama-yaşatmada, anlama ve anlamlandırmada yer yer sorunlar yaşayabiliriz. Bir yol ve akış halinde iken yaşanan sorunların adını herkes farklı koyabilir; biri anti demokratik der, biri tıkanma der, biri yol alamama der. Bunun temelinde zihniyet sorunlarımız, farklı ideolojik bakış açılarımız, örgütleme potansiyelimiz ve en önemlisi de eleştiri-özeleştiriye gelip gelmeme gerçekliğimiz vardır. Tüm konularda anlaşamama normal ama asgari ortaklık mümkün. Böylesi bir perspektife sahip olduğumuz için de sorun, sorundur diyoruz. Sorunun haklılığı ya da görünürlüğü; onu yaşayan yapının niceliği ile ölçülemez. Asimilasyona, şiddete, haksızlığa, hukuksuzluğa, eşitsizliğe uğramanın karşısında verilecek mücadelede arayabiliriz ancak eşitliği! Eşitlendiğimiz yer mücadele hattıdır.

‘KÜRDİ POLİTİKA EN DOĞAL TALEPTİR’

Peki, Türkiye’nin demokratik bir ülke olması, Kürt toplumunun taleplerinin yerine getirilmesi için yeterli midir?

Tek başına yeterli olmayacağı açık. Ancak Kürt realitesinin ve Kürt meselesinin kabulü kısmında ön açıcı yeni bir alan oluşturması bağlamında olmazsa olmazları arasındadır. Demokratikleşme, hakikatin kabulünü beraberinde getirir ve hakikatın kabulü onurlu barış ve eşitlikçi, özgürlükçü bir yaşamın örülmesini sağlar. Bizler HDP olarak demokratik ulus kavramıyla eşit, adil, özgür bir toplumun kabulü ve gönüllü birliktelikle birlikte yaşamı ve akabinde gerçek barışın ve özgürlüğün kurulabileceğine inanıyoruz. Tüm bu sorunların kaynağı inkar politikaları ve demokrasinin yokluğuyla birebir bağlantılıdır. Bu sebeple Türkiye’nin demokratikleşmesi için siyaset arenasında ve demokratik siyasette ısrarlı bir şekilde mücadele etmeye devam edeceğiz.

Tabandan gelen “Kürdi politika” talebi ne alama geliyor sizce? Nasıl karşılanabileceğini düşünüyorsunuz bu talebin?

Tabandan gelen Kürdi politika talebi en doğal talep olarak görülmelidir. Fakat diğer taleplerden daha özeldir, daha önemlidir gibi bir anlamı yoktur. Sadece hakikati ölçüsünde sosyo-politik önceliği ve ağırlığının da hakkını teslim ederek şunu belirtebiliriz: HDP, şu an Kürtlerin en büyük partisidir. Kürtlerin taleplerine en duyarlı, en çok ilgilenen ve Kürt sorununu bu ülkenin gelişmesi, demokratikleşmesi önündeki en büyük çıkmaz olarak gördüğü için de bunun çözümüne dair en net perspektife, söyleme sahip tek partidir. HDP, Kürt illeri başta olmak üzere, tüm Türkiye genelinde Kürtler şahsında yaşanan ayrımcı, ötekileştirici ve insanlık dışı her şeyin takipçisidir. Kürtlerin, kimlik ve hakikatlerinden sıyrılmadan, özgürce siyaset yapabildikleri yegâne parti HDP’dir. Milyonların temsili burada gerçekleştiği için de talep ve beklentinin fazlalığı gayet normaldir. Önemli olan bunları, demokratik bir ortak vatan tahayyülünde nasıl yaşatacağımız, başaracağımız ve bu özleme cevap olacağımızdır.

‘KÜRT SORUNU ÇÖZÜLMEDEN HİÇBİR ŞEYİN ÇÖZÜLMEYECEĞİNİ İYİ BİLİYORUZ’

“Kürt politikası HDP’nin öncelikli politikasıdır” diye mi düşünüyorsunuz?

HDP, Kürde yer açılması için büyük bir hak ve hukuk mücadelesi veriyor. Bu alanda yetersizlikleri de olacaktır fakat çabasını gölgelemez, kararlılığını ve direnişini durduramaz. Demokratik uzlaşı, özgür siyaset ve evrensel hukuk üçlü sacayağı üzerinde demokratik siyasetin geliştirilmesi, evrensel hukuk içinde Demokratik Anayasal İttifak kavramının da yaşamsallaştırılması gerektiği tezi üzerinden politika yapmaya devam ediyoruz. Çünkü HDP olarak, Kürt sorunu çözülmeden, bu ülkede hiçbir şeyin çözülmeyeceğini gayet net biliyoruz. Bunu iddialı bir hipotez olarak ortaya koymuyoruz, tarihten ve yaşadıklarımızdan aldığımız tecrübeler ile net bir biçimde ifade ediyoruz. Kısır bir ayrılıkçı-milliyetçi çatışma yerine tek bir çözüm önerisi olmayan iktidar aygıtlarının çözümden kaçan, erteleyen, yalana sığınan politikalarına karşı “üçüncü yol” üzerinden cevap olmaya çalışıyoruz.
Türkiye’de en ufak bir hakkın nasıl alındığı az çok ortadadır. Bunları bıkmadan, usanmadan her şekilde dillendirmek, diplomasisini yapmak ve mücadelesini farklı kanallardan yaygınlaştırmaktan başka çare yok. HDP’nin öncülüğünü yaptığı şey de budur…

PKK ile Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli hükümetleri yıllar içinde birçok kez görüşmeler gerçekleştirdi. Savaşın dinmesi için uluslararası arenada bir araya gelindi. Sonuncusu için hepimiz umutluyduk ama yine olmadı! Siz yeniden karşılıklı görüşmelerin gözle görülür biçimde gerçekleşebileceğine inanıyor musunuz?

Bu coğrafyaya barışın gelebileceğine inancımızı koruduğumuzu söyleyerek başlamak isterim. Bizler siyasetçiler olarak bu barış iklimini tesis etme konusunda her zaman rol ve misyon üstlenmeye hazırız. Çözüm süreci döneminde oluşan barış iklimin hemen ardından kendimizi resmen vahşi bir savaşın içinde bulduk. Bu durum özellikle Kürtlerde ve Kürt coğrafyasında bir şok yaşattı diyebiliriz. Ancak dünyadaki birçok çatışan tarafların deneyimlerinden de görüldüğü üzere birçok kez denenmesine rağmen başarısızlıkla sonuçlanan barış görüşmeleri ve süreçlerinin varlığı mevcut. Ancak yine bununla birlikte birçok denemeden sonra olumlu olarak sonuçlanan birçok örneğin olduğunu görmekteyiz. Barışı sağlamak kolay değildir. Birçok kesim ve etken engel oluşturabiliyor. Barış için birçok akıllı insana ihtiyaç vardır ancak savaş/çatışma için tek bir aptal yeterlidir. Bizler bu olguda barış isteyen akıllı insanlarla ortak bir akıl ile barışı tesis etmek için demokratik siyasette ısrarcı olmaya ve savaş/çatışmanın sonlanması için de üstümüze düşeni yapmaya gayret edeceğiz.

Rojava’daki mücadelenin artık sistemli biçimde hayata geçirilmesi için bölge politikacıları uğraşıyor ancak merkez Suriye yönetiminin durumu belli. Suriye eskisi gibi olmayacak ama yeni Suriye’de neler olacak çözülemiyor. Rojava’daki kazanımların resmileşmesi, federal bir sistemin tanınması ihtimali çok uzak mı sizce?

Suriye ve Rojava/Kuzey Doğu Suriye meselesi diğer parçalardaki Kürt coğrafyalarında yaşanılan benzer sorunları bünyesinde barındırmakla birlikte farklı bir durum olarak 2011’den bir iç savaş hali var ortada. Suriye’deki Baas rejimi de Kürtlerin inkarı üzerine inşa edilen bir politikada ısrarcı olduğunu her defasında dile getiriyor. Ancak Suriye’nin durumu hiç de iç açıcı değil. Egemenliğini emperyal ve bölgesel güçler olan Rusya ve İran gibi güçlere kaptırmış durumda. Yine Türkiye var sahada. Emperyal ve bölgesel güçlerin vekalet savaşları sonrası kendilerinin sahada yaptıkları ve yapmaya çalıştıkları göz önüne alındığında Suriye yönetiminin tek çıkış yolunun Suriye’de yaşayan Kürtler ve diğer halklarla demokratik bir anayasa çerçevesinde uzlaşmasından başka çıkış yolunun olmadığını göstermektedir. Tabi Suriye meselesi tek başına Suriye de çözülebilecek bir mesele değil. Suriye’de Amerikan’ın Orta Doğu projesi ve İran için yaptığı hazırlıklar, Rusya’nın, Suriye’nin sadece bugününde değil önümüzdeki 100 yılında da yönetiminde ve idaresinde yetki sahibi olma isteği, İran’ın yayılmacı politikaları ve Türkiye’yi yöneten aklın Neo Osmanlıcı/maceracı politikaları birlikte değerlendirildiğinde tüm bu farklı politikalar Suriye’de karmaşanın çok daha uzun bir süre devam edeceğini ispatlar niteliktedir.
Tüm bu hususlarla birlikte Rojava’da yerel halkın örgütlenerek DAİŞ ve benzeri vahşi çetelere karşı verdikleri mücadele, ödedikleri bedeller ve Üçüncü Yol paradigmasındaki ısrarının olumlu bir şekilde neticeleneceğinden, gerek Kürtlerin gerekse de diğer halkların haklarını elde edebileceğine inancımız tam. Başka bir alternatifin olmadığını düşünmekteyiz.

‘ÇABAMIZ BUGÜN ÜÇÜNCÜ YOL İLE İFADE BULUYOR’

Meclisteki konuşmanızın sonunda kendinizi Kürtçe ifade ettiniz ve “Em Kurd in, Hûn dijminê me ne” dediniz. Türkiye’de devletin Kürt düşmanı olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa devletin toplumlar arasında düşmanlığı körüklediğin mi?

Bu sorunun cevabı aslında ciltlerce yazılabilecek bir değerlendirme istiyor. Osmanlı imparatorluğunun dağılışı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun öncesi ve kuruluş döneminin başında izlenen politikalarla imha, inkar ve asimilasyon politikalarıyla Kürt karşıtı politikaların devreye sokulmasıyla yapılanların tekrarına karşı AKP’nin kayyım darbesinden hemen sonra kullandığım bir ifadeydi. 2015 sonrası AKP eliyle çözüm masasının devrilmesi sonrası yaşananlar herkesin malumu. Darbeci Kenan Evren’i mezarında ters döndürebilecek uygulamalar AKP iktidarları döneminde devreye kondu. Tarihte İttihat ve Terakki zihniyetinin, Abdülhalik Renda’ların, Takriri Sükun Yasaları, şark ıslahat planları, sıkıyönetim, OHAL ve benzeri bir çok politikanın tümünün günümüze sentezlenerek uygulandığı bir dönemi hayatı geçirmeye çalışıyor. Kürt düşmanlığını net bir şekilde gösteren politikalar var gücüyle devreye sokulmaya çalışılıyor. Bahsettiğiniz cümlem AKP’nin politikalarının Kürtlerin duygu dünyasında hissettirdiğinin saf ve net bir şekilde yüzlerine haykırılmasıydı. Evet biz Kürtler ve diğer bazı haklar ve inançlar/mezhepler başından beri bu ülkenin “ötekileri” olarak görüldüğümüz için sürekli baskılara ve imha konseptlerine maruz kaldık. Son yıllarda şehirlerimizin talan edilmesi, yıkılması, siyasetçi yoldaşlarımızın cezaevlerinde siyasi rehine olarak tutulması ve Ağustos 2019’da tekrardan başlayan Kürt halkının iradesinin gaspı ile belediyelere kayyum atanması sebebiyle halen devam eden bir öfke hali mevcuttu. Tüm dünyada baş gösteren Covid-19 salgınıyla birlikte herkes can derdine düşmüşken AKP iktidarı Kürt düşmanı politikalarını sürdürmekten hiçbir suretle geri durmadı. Ve bir günde yine 8 belediyemize kayyum atanarak Kürt halkının iradesini her koşulda gasp edebileceğini ispatladı. Devleti yöneten iktidarların, iktidarlarının devamını sağlamak için ırkçı, ötekileştirici, yalancı politikalarını devreye sokmaktan geri durmaması sürekli karşımıza çıkan bir durumdur. Devlet kavramı kendi başına soyut ama kurumlardan oluşan bir kurumlar topluluğu ya da mikro organizması olması sebebiyle herhangi bir millete ya da kesime düşman olamaz. İktidarlar ve politika üreticisi konumundaki yönetenler düşmanca politikalar üretir. Sorunun başında belirttiğim şekliyle bu ülkenin kurulması aşamasındaki düşmanca politikalar günümüze kadar sirayet etmiş durumda. AKP’nin Kürt düşmanı politikalarını en net biçimde anlatılabilecek ifadeyi o an o şekilde en yalın haliyle yüzlerine söyleme gereği duydum. O ifade sadece benim kişisel duygum değildi. Kürt halkının bu yapıya ve politikalarına karşı beslediği ortak histi.

Peki bu ‘düşman’ duygusu ile bir arada yaşamak dışında bir yol, yöntem var mı?

Bizler parti olarak demokratik çözüm üretme konusundaki politikalarımızda ısrarcı olmaya devam edeceğiz. Kurulu düzeni değiştirme, dönüştürme farklı bir alternatif olan Üçüncü Yol stratejisiyle bu topraklara barışı getirebileceğimiz inancımızı koruyoruz. Düşmanlık halklar arasında değil, iktidarların politikalarında ve bizim de mücadele ettiğimiz ve “düşman” olarak belirttiğimiz durum bu politikalardır.

Kürt meselesinde acil çözüm bekleyen sorun sizce nedir? Kürt meselesinde en acil şey Kürt varlığının bir kere net olarak kabulüdür. Basit ve önemsiz bir sorun gibi görülebilir ama hala devam eden en kritik eşik budur; Kürt varlığının kabulü… Çünkü bu varlık hala inkara tabi olduğu için diğer sorunlar konuşulmuyor, tartışılmıyor ve kimin nasıl işine geliyorsa ona göre tartışıyor. Bir şeyin varlığını kabul ettiğiniz zaman, bu kabulün verdiği sorumlulukları, yükümlülükleri da kabul etmiş olursunuz! İşte kaçak dövüşülen nokta budur… Varlığını kabul etmediğinizde Kürt’ü kendisi olmaktan çıkarmış olursunuz. Bunu ifade ettikten sonra diğer acil sorunlar kendiliğinden belirir. Şöyle bir hat vardır: Dil meselesi, irade gaspı meselesi, sosyal varlık olarak inkar, siyasetin yok edilmesi, eğitim ve hukuksuz bırakılma, öz güçlerinin bastırılması ve sömürülmesi…

Ne tür politikaları gündeme almak gerekiyor?

Açıktır ki bunlarla yüzleşmek gerekir. Sömürge politikalarını uyguluyorsanız, yüzleşme de şarttır. Sosyal politikalar bu anlamda iyileştirici ve bir sonraki adıma geçişte etkili olacaktır. Fakat en önemli politika ‘barış’ politikasıdır. Barış, savaşın yokluğu değil, bir zihniyet meselesidir. Bizim bu konudaki arayışımız, çabamız bugün ‘üçüncü yol’ ile ifade buluyor. Siyasi yasaklarla, tehditlerle, kayyımla, kaba güçle, zindanlarla, ölümlerle, mezarsızlıkla tehditten vazgeçip başka yolların olabileceğini gösteriyoruz. Bunlara dair yaptığımız ve söylediğimiz her şey aynı zamanda gündeme alınacak politikaları da işaret ediyor.