Öcalan'ın aradığı rasyonel devlet aklı
Gazete Duvar'da bir yazı kaleme alan İrfan Aktan "Kürt sorununun barışçıl çözümü için çıkarılan sese ses verecek bir demokrasi gücünün artık görünür olmayışı, ülkenin savaş yanlısı çıkar gruplarının, iktidar odaklarının karşısındaki naçar halinin resmi niteliğinde. Savaş karşısındaki esareti sonlandıracak tek yol ise barışı haykıracak bir cesaret siyasetidir." diyor.
İrfan Aktan'ın kaleme aldığı yazı şöyle:
“Dört halife dönemi vardır, biliyorsun. En son Ali gittikten sonra mezheplerin savaşı korkunç boyutlara ulaştı. Muazzam bölünme, parçalanma… Kan gövdeyi götürdü. Halen, günümüze kadar devam ediyor. Şimdi ben bu işe çok büyük bir sorumlulukla yaklaşıyorsam, arkamızda bitmez tükenmez mezhep savaşları bırakmak istemiyorum.”
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın rahmetli gazeteci Mehmet Ali Birand’a 1992 yılında verdiği mülakatta sarf ettiği bu sözlerin üstünden 27 koca yıl geçti.
Aynı mülakatta Birand soruyor: “Ben ehven-i şerim (mi) diyorsunuz?” Öcalan yanıtlıyor: “Hayır, ondan ötesi şu: Oldukça fazla kan dökmeden, büyük anlayışsızlıklara, sapkınlıklara girmeden bir çözüme götürme durağı aşaması yaratılmıştır. Bunun değeri bilinmek durumundadır.”
Öcalan’ın söz konusu mülakatta Birand’a ifade ettiği “aşama” Özal’ın, devletin geleneksel inkâr ve imha politikasının sürdürücülerine rağmen açmaya çalıştığı “çözüm yolu”ydu. Değeri bilinmek durumundaydı ama bilinmedi. Neticede o yol, geleneksel devlet aklının Özal’ı tasfiyesi ve hemen arkasından devreye sokup tüm 90’lı yıllara yaydığı cehennem yoluyla kapatıldı.
Aradan geçen 27 yılın 20’sini İmralı’da, tarihte eşi-benzeri olmayan bir tecrit altında geçiren Öcalan’ın tabiriyle her türlü sapkınlık yaşandı. Katliamlar, cinayetler, infazlar, sürgünler, köy-şehir yakmalar, sürgünler, toplumsal çatışmalar, ırkçılık, inkâr, zulüm, kan, revan… Karşılıklı olarak yaşanmayan, yapılmayan, olmayan hiçbir şey kalmadı.
Her gelen iktidar “terör” dedi, “üç-beş çapulcu” dedi ve “bitirmeye üç-beş ay kaldı” dedi. Kürt sorununu demokratik yollardan çözmek yerine savaşla, uluslararası güçlere kul-köle olarak derinleştiren iktidarların tümü gelip geçti, gelenlerse yine onların yolunun sürdürücüsü olmayı seçti.
Ama o yolda da, o yolda ezberlenen dilde de sonu olmayan bir çemberdeymiş gibi dönülüp duruldu.
Tarih defalarca tekerrür ettirildi, aynı suda binlerce kez “yıkanıldı.”
Bu kara geleceğe “hayır” diyen, “daha kaç kez aynı suda yıkanacağız, kaç kez bu çemberi dolaşacağız” diye soranların neler yaşadığına aynı tekrarla tanık olduk.
Şimdikinin olduğu gibi, son kırk yıldaki tüm iktidarların kendine göre “reel gerçekleri”, stratejik hedefleri oldu ama bu “gerçeklerin”, stratejilerin hiçbiri çözüme, barışa değmedi.
Sanırsınız Türkiye’de başa gelen her iktidara “yiyiniz, içiniz, dilediğiniz gibi israf da ediniz ama asla Kürt sorununu demokratik yollardan çözmeyiniz” şartı kondu. Bu şartı ihlal edenin karşısına hangi seçeneğin konduğunu Özal’dan biliyoruz.
Dolayısıyla savaş döngüsünden hiç çıkılmayacağını hissettiren alametlerin tarihselliği insanın içini karartıyor.
Şimdi, AKP iktidarının belli dönemlerinde belirleyici, son dönemlerinde ise mutlak olan savaş politikasına karşı Öcalan, 27 yıl öncesindeki çağrının aynısın yapıyor. “Türkiye, Türk-Kürt savaşı tuzağına düşmemeli” diyor.
7 Ağustos’ta kendisiyle görüşen avukatları, Öcalan’ın bu sesini şöyle naklediyor: “Kendisi rasyonel devlet aklını aradığını, doğru anlaşılmak için çaba sarf ettiği halde doğru anlamadıklarını, milliyetçi şovenist çizginin bir şekilde kendisini dayatıp yaşattığını ifade etmiş ve bu noktada da Özal’ı örneklendirmiştir. Özal’ın bir süre sonra özellikle darbe mekaniği ve savaş çizgisine karşı devlet aklını kavradığını, Özal’ın ifade ettiği ‘Savaşla çözüm olmaz’ belirlemesine bugün daha fazla katıldığını; Özal’ın da Sayın Öcalan ile iletişime geçeceği günlerde milliyetçi şovenist çizgi tarafından başına neler getirildiğini hatırlatmıştır.”
Öcalan’ın aradığını söylediği “rasyonel devlet aklı” belki de hiçbir zaman olmadı ama Kürtler, demokratik çözüm ve barış yanlıları bu aklın varlığı ihtimalini hep gözetti. Şimdi ise ufukta öyle bir aklın varlık ihtimali dâhi görünmüyor.
Çeşitli defalar çözüme yaklaşan adımlar ya popülizme, karanlık provokasyonlara veya geleneksel “devlet aklına” çarptı.
Türkiye’nin son kırk yılına kuş bakışı bakıldığında, Kürt sorunu konusundaki med-cezirde dramatik bir istikrar olduğunu görmek dehşet verici.
Keza Türkiye’yi başta siyasal, toplumsal, ekonomik olmak üzere her alanda içten içe çürüten, çökerten Kürt sorununun çözümünden bahseden, bir haftada çatışma durumunu ortadan kaldırabileceğini, çözüme hazır olduğunu söyleyen Öcalan’ın sesinin, devlet iktidarını ancak savaş politikalarıyla elinde tutabileceğini düşünen bir “aklın” karşısında sönüp gitmesi de tek kelimeyle dehşet verici.
Yerel seçimlerde savaşçı ve baskıcı politikaları toplum tarafından mahkûm edilen ve giderek azınlığa dönüşen bir iktidarın, Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olmak için gereken yüz bin imzayı bile toplamak için bin takla atanlarla kol kola girip ülkeyi yeni bir kanlı on yıla sürüklemesine seyirci kalınması, ülkenin nasıl bir esaret altında olduğunu da gösteriyor.
Kürt sorununun barışçıl çözümü için çıkarılan sese ses verecek bir demokrasi gücünün artık görünür olmayışı, ülkenin savaş yanlısı çıkar gruplarının, iktidar odaklarının karşısındaki naçar halinin resmi niteliğinde.
Savaş karşısındaki esareti sonlandıracak tek yol ise barışı haykıracak bir cesaret siyasetidir. İnsan karamsar olmak istemiyor ama o siyasetin belki de aşağı-yukarı 27 yıl uzağındayız.