Türk-ABD geriliminin gerçek nedenleri: Türkiye ABD'ye meydan mı okuyor?

Ankara, Washington’ın Türkiye’ye F-35 satışının iptali dahil yaptırım tehditlerine rağmen Rus menşeli S-400 hava savunma sistemini satın almakta ısrar ediyor. Bu silah ticareti buzdağının sadece görünen yüzü olabilir: 2000’lerin ilk ve orta yıllarındaki kesin bir işbirliği döneminden sonra, AKP’nin 17 yıllık iktidarının ikinci yarısında anlaşmazlıklar çok daha sık ve sayıca fazla hale gelmeye başladı.

Türk-ABD geriliminin gerçek nedenleri: Türkiye ABD'ye meydan mı okuyor?

Ankara, Washington’ın Türkiye’ye F-35 satışının iptali dahil yaptırım tehditlerine rağmen Rus menşeli S-400 hava savunma sistemini satın almakta ısrar ediyor. Bu silah ticareti buzdağının sadece görünen yüzü olabilir: 2000’lerin ilk ve orta yıllarındaki kesin bir işbirliği döneminden sonra, AKP’nin 17 yıllık iktidarının ikinci yarısında anlaşmazlıklar çok daha sık ve sayıca fazla hale gelmeye başladı.

Anlaşmazlıkların nedenleri ise hem küresel, hem de bölgesel ölçekte değişiklik gösteren uluslararası ilişkiler ortamında yatıyor. Türkiye’nin bir ticaret devletinden “zor kullanan bir bölgesel güce” dönüşümü ve Orta Doğu’nun değişken sorunları bu yeni ittifak içi gerilimin öne çıkan parametrelerini teşkil ediyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan beri Türkiye, ABD’nin ülkeyi çevreleyen birden çok bölgedeki kilit müttefiklerinden biri oldu. 70 yıl boyunca ABD-Türkiye askeri ve siyasi ittifakı Balkanlar, Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu bölgelerde Batı’nın politikalarının uygulanmasında önemli rol oynadı. Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin Kuzey Afrika, Kafkaslar ve Orta Asya gibi bölgelerdeki açılımları hep Batı etkisiyle yürütülüyordu. Esasen 1964-1974 Kıbrıs meselesi üzerine ittifak içi anlaşmazlıklardan ötürü olarak Türkiye-ABD ilişkilerinde bazı duraklamalar yaşandı. Her şeye karşın iki taraf da bu anlaşmazlıkların üstünü örterek stratejik ilişkilerini sürdürdüler. Öncülü olan hükümetler gibi Ankara’daki mevcut hükümet partisi AKP de, hem uluslararası finansal politikalara hem de ABD emperyalizminin askeri-siyasi çıkarlarına uyarak klasik Türkiye politikasını mükemmel bir şekilde sürdürüyordu.

Ancak, 2000’lerin ilk ve orta yıllarındaki kesin bir işbirliği döneminden sonra, AKP’nin 17 yıllık iktidarının ikinci yarısında anlaşmazlıklar çok daha sıklaşmaya başladı. Türkiye-Rusya anlaşmaları, geleneksel ABD-Türkiye askeri-siyasi ilişkilerine zorluk çıkaran en yeni anlaşmazlık oldu: Ankara, Rus şirketlerine nükleer enerji santrali ihaleleri verdi; TSK, Rusya menşeli S-400 hava savunma füze sistemini satın alıp kullanacak ve Ankara ile Moskova arasında pek çok doğalgaz, petrol, nükleer ve ticaret anlaşması imzalandı. Dahası, Rusya’nın da ötesinde Ankara’nın İran ve Venezuela gibi ülkelerle ilişkileri gittikçe ısınıp yakınlaşırken NATO/Batı müttefikleriyle arası açılıyor.

Bütün bu gelişmelerin geniş ölçekli anlamı ne? Erdoğan rejimi gerçekten ABD/Batı egemenliğine meydan okuyup karşıt-egemen bir kampla arkadaşlık mı kuruyor?

Cevap kesin ve net bir hayır. Ankara’nın duruşundaki değişiklikler önemli ve önceki Türkiye hükümetlerinden görece daha farklı. Ancak Türkiye’nin sadece dış politikadaki bakış açısı değil; ekonomik, askeri ve siyasi emelleri de hegemonya karşıtı bir duruş sergilemiyor. Bütün bunlar daha ziyade ABD öncülüğündeki egemenlik sistemine yeni bir anlayış ve yeni bir paradigmayla yeni bir hizmet teklifi.

ABD ile pazarlık bir meydan okuma, bir eksen değişimi değil

Öncelikle 2010’lu yılların sonlarında Soğuk Savaş Sonrası Dünya Düzeninin aynı anda hem hiyerarşik hem de çok-merkezli olduğunu anlamalıyız. İttifakların parçalanması ve aktörlerin aralarındaki aracıların ortadan kalkması, çift kutuplu döneme kıyasla bir anormallik sayılmaz. Bu nedenle yukarıda söz edilen anlaşmazlıkların çoğu yenidir ancak Türkiye’ye özgü değildir. Bunlar daha ziyade oluşmakta olan yeni dünya düzeninin, yeni uluslararası düzenin semptomlarıdır: ABD’nin Filipinler, Mısır ve Pakistan gibi yakın müttefikleri de Washington ile benzer sorunlar yaşıyor. Gitgide daha fazla orta (bölgesel) güç müttefikleri ABD’den daha fazla otonomi isteyip blok liderleriyle pazarlıkta ellerini güçlendirecek yeni anlaşmalar arıyor. Bu nedenle otoriter liderlerin “ABD-karşıtı” söylemleri Washington ile aralarındaki güç ilişkileri ve pazarlık süreçleriyle ilgilidir ve oldukça kullanışlıdır.

Daha önemlisi bu pazarlık, halkları adına daha fazla özgürlük ya da uluslararası finans kurumlarından daha fazla özerklik için de değildir. Erdoğan, Sisi ya da Duerte, hepsinin isteği daha ziyade kendi bölgesel ve ülke içi güçlerini daha otoriter politikalar uygulayabilecek şekilde artırmak. Bu popülist “anti-emperyalist” misali üslup genellikle anti-Semitist ya da eski usül anti-komünist bir duruş da barındırıp kadın haklarının, toplumsal hakların ve etnik azınlık haklarının baskılanmasını da içeriyor.

Bölgesel Karmaşa: Suudi-Mısır’a karşı İran’a karşı Türkiye-Katar İttifakları

ABD bölgesel güç dengelerini örgütleme konusunda soğuk savaş ve hemen sonrasındaki dönemde olduğu kadar etkili değil: Washington Suudi-İran ilişkileri, Suudi-İran-Türkiye’ye karşı Mısır-Libya-Irak ilişkileri, Türkiye-Yunanistan ilişkileri ve daha pek çok konuda başlıda denge unsuru olmuştu. Değişen uluslararası durum ve 2000’lerde görece azalan gücünün sonucunda ABD, en azından eskisine nazaran bu düzenleyici rolünü yitirdi. Obama döneminin zigzaglarının yerini Donald Trump’ın yükselen Orta Doğu politikası doğrultusu aldı. Trump, İsrail’in bölgedeki çıkarlarına ve endişelerine öncelik veriyor ve Suud-Mısır-Emirlikler ittifakını İran karşıtı bir eksene almaya çalışıyor. Bu tercih Ankara ile Riyad arasında ciddi gerilimlere yol açtı bile.

ABD’nin yakın zamanda “Müslüman Kardeşliği”ni terör örgütü olarak tanımlama kararı alması, gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi konsolosluğunda öldürülmesi ve geçtiğimiz ay Türkiye’de iki Emirlik casusunun tutuklanması, Ankara’nın ABD destekli Riyad ile arasındaki kötüleşen ilişkinin semptomları. Bir zamanlar işbirliği içindeki müttefikler iken, Suud’ların Riyad hükümeti ve Erdoğan’ın Ankara hükümeti şimdi Libya ve Suriye’de rakip, Katar-Suudi krizinde ise düşman oldu.

Kısacası, ABD’nin Orta Doğu’daki öncelikleri ve tercihleri ABD-Türkiye ilişkilerini karıştırıyor. Öte yandan ise Türkiye’nin bölgesel istekleri Erdoğan’ın ülke içi politika söyleminden ibaret değil. Türkiye’nin bölgesel, hatta küresel bir güç olduğu şeklinde propaganda yapmanın ülke içindeki kullanışlılığının ötesinde, Ankara Orta Doğu’da elde ettiği jeopolitik kazanımları da elinde tutmak istiyor. Ankara, kazanımlarını korumak için Batı’nın ekonomik ve askeri desteğini koruması gerektiğinin pekala farkında. Türkiye’nin askeri kapasitesinin yayılımı ve geniş ölçekte Orta Doğu’daki jeopolitik açılımlarını yakından incelemek, Türkiye’nin “çıkarları” ve ABD’nin kayırdığı müttefiklerinin çıkarları arasında uzlaşmanın ne kadar zor olduğuna ışık tutabilir. Son olarak da bölgedeki artan silahlanma ve Trump’ın agresif silah ticareti politikası bu süreci iki kat daha karmaşık hale getiriyor.

Türkiye’nin Bölgedeki Askeri Yayılımı

Türkiye, güneydeki Adana kentinde bulunan İncirlik’te en büyük ABD hava üslerinden birine ev sahipliği yapıyor. Yükselen bir bölgesel aktör olarak Türkiye, en hızlı büyüyen askeri güçlerden biri haline gelip askeri kapasitesini hem ABD/NATO öncülüğündeki operasyonlara katılarak hem de kendisine yeni üsler kurarak artırıyor: TSK, Küresel Ateş Gücü Endeksine göre dünya genelinde son on yılın “en büyük” askeri güçleri arasında 7 ila 11. sırada yer alıyor. Bosna-Hersek’teki IFOR ve SFOR’dan Kosova’daki KFOR’a; Afganistan’daki ISAF’a ve NATO’nun Baltık Denizi bölgesindeki Balkan Hava Devriyesi Operasyonuna; Afrika Boynuzu’ndaki Donanma Okyanus Kalkanı Operasyonuna ve Kaddafi’nin düştüğü dönemde Libya Operasyonuna varana kadar, Ankara son 25 yılda neredeyse bütün ABD ya da NATO askeri operasyonunda yer aldı. NATO’nun sadık bir üyesi olarak rolünün yanı sıra, Türkiye ülke dışında birçok askeri üssü olan en askerileşmiş uluslararası devletlerden biri haline geldi. Türkiye’nin ülke dışındaki askeri varlığına dair kısa bir liste, Türkiye’nin siyasi ve askeri emellerinin karakterine ışık tutabilir:

  • Azerbaycan: Qizil Sherq Askeri Kasabasında apartman ve binalar, Hacı Zeynalabdin Tağıyev Yerleşkesi’nde bulunan havaalanında bir terminal binası.
  • Kuzey Kıbrıs (Kıbrıs Cumhuriyeti ile ihtilaflı bölge): Kıbrıs Türk Barış Gücü Komutanlığı
  • Irak: 2000 mevcutlu askeri üs
  • Katar: 3000 mevcutlu askeri üs
  • Somali: Mogadişu’da 200 mevcutlu askeri üs (1000’e çıkarılabilir kapasitede)
  • El-Bab, El-Rai, Ahterin ve Cerablus’ta personel mevcudu belirsiz üsler. Atme ve Darat İzza’da yeni üsler kurulacak.

Kendisini bölgesel bir askeri ve ekonomik güç olarak tasarlarken (buna alt-emperyalizm ya da bölgesel emperyalizm denebilir), Erdoğan rejimi bir yandan da AKP hükümetinin iki ana sorununda ABD ile daha fazla destek için pazarlık ediyor: İlk mesele hem ülke içi hem de bölgesel seviyede Kürt meselesinde ABD/Batı güçlerinin tam desteğini almak. Spesifik olarak Ankara, müttefiklerinden Türkiye devletinin 35 yıldır en büyük güvenlik tehdidi olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile bağlantılı hiçbir oluşuma destek vermemelerini istiyor. İkinci olarak ise Erdoğan rejimi, özellikle Müslüman ağırlıklı bölgelerde kendi neo-Osmanlıcı yayılma politikaları için doğrudan işbirliği ve destek talep ediyor. Bunlar Ankara ve Washington arasındaki gerilimin iki temel unsuru.

Son olarak, Erdoğan’ın söylemde ABD egemenliği karşıtı iddialarının ötesinde hükümetinin neoliberal batı düzeni için bir cennet yarattığına dikkat çekmek gerek. Batılı müttefikleriyle mükemmel ticaret ve yatırım anlaşmaları olan Türkiye iktidar partisi, anlaşmazlıkları çözmek için bir plan teklif ediyor: Ankara’nın Kürt politikası ve Türkiye’nin bölgesel yayılımına daha fazla destek karşılığında Erdoğan, ülkesini hem NATO/ABD askeri operasyonları hem de neoliberal kapitalizm için bir merkez olarak bulundurmayı öneriyor. Bu politika daha fazla askeri harcama, komşu devletlerin iç işlerine daha fazla müdahale, daha fazla bölgesel çatışma ve savaş; yani Türkiye işçi sınıfı ve ezilen halklar için daha fazla yoksulluk ve ölüm anlamına geliyor.