İsmail Beşikçi ile özel söyleşi: Öcalan ile nerelerden ters düştünüz?
Kürtler tarafından “Beşikçi Hoca” olarak tanınan ünlü sosyolog-yazar İsmail Beşikçi, Kürt halkı ve Kürt sorunu üzerine yaptığı çalışmalar nedeniyle defalarca yargılandı, cezaevinde kaldı, Türkiye’de kitapları yasaklandı.
1960’lı yılların siyasal ortamında ilk defa Kürtlerle tanışan, ardından Kürtlerin ayrı bir millet olduğunu yazılarında anlatan Beşikçi Hoca, bu konuda kaleme aldığı yazılar nedeniyle üniversiteden atıldı; 12 Mart’ta tutuklanıp Diyarbakır’a gönderildi.
Hayatının 17 yılını cezaevinde geçiren Beşikçi Hoca, Kürt sorununun uluslararası bir sorun olduğunu ancak inkar durumunun Cumhuriyet'in kurulmasından itibaren Türkiye’ye mahsus olduğunu söyledi.
Türkiye’nin mevcut durumda en büyük sorununun “Kürt sorunu” olduğunu belirten Beşikçi, devletin “Kürtleri baskı altına alarak çözmeye çalıştığını” ancak artık bu politikanın yaşamasının mümkün olmadığını, çünkü Kürtlerin 50 sene önceki Kürtler olmadığını belirtti.
“Kürtlerin özellikle dillerine sahip çıkması, Kürtçenin çocuklar arasında yaygınlaştırılması önemli” diyen Beşikçi, bu konuda Kürt toplumunda mevcut durumun pek de iyi olmadığını vurguladı.
Beşikçi Hoca, Kürtlerle ilk tanışmasını, yazılarının yasaklanmasını, hapiste geçirdiği yılları, Kürt ve Kürdistan meselesi hakkındaki görüşlerini Rûdaw İstanbul Temsilcisi Rawin Sterk’e anlattı.
Nasılsınız? Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Sağol, teşekkürler.
Hem şehir değiştirdiniz, Ankara’da yaşıyordunuz İstanbul’a taşındınız, hem hayat arkadaşınızla vedalaştınız. Bu iki önemli değişim neler bıraktı size?
İstanbul’a sık sık geliyordum zaten. Yakından biliyordum burayı. Vakfımızın merkezi de burada. Benim için çok kolaylık oldu. Aykırı bir durum söz konusu değil. Tabi eşimin vefatından sonra ben İstanbul’a geldim. Vakıf 2013’te kuruldu ve aslında benim o tarihten beri İstanbul’da olmam gerekiyordu ama eşim istemedi. 40 yılı aşkın bir zamandır Ankara’dayım. Orada da arkadaşlarımız var. Oturduğumuz sokakta komşularımız var. 2013’ten sonra aslında burada, İstanbul’da olmam gerekiyordu ama eşim kabul etmediği için gelemedik. Eşim vefat ettikten sonra ben de artık İstanbul’a geldim. Çok yakından bildiğim bir yer. Vakıf merkezi burası zaten.
Eşinizin vefatından sonra zorlandığınızı hissettiğiniz oldu mu?
Tabi belirli bir zorlanma oldu muhakkak. Ama işte kendi kendimi idare etmeye çalışıyorum. Bir sorun yok bu konuda.
Çok zor bir hayatınız oldu. Cezaevlerinde başınıza gelenler herkesin malumu. Yaşadığınız bütün bu zorlu süreç eşinize nasıl yansıdı?
Tabi cezaevleri, soruşturma büyük bir sorun. Sık sık ev baskınları, kitapları kurcalamalar, alıp götürmeler. Sadece bize değil, komşularımıza da belirli bir baskı oldu benden dolayı. Komşularımız da tabi rahatsız oluyor. Sabaha doğru bir baskın yapılması, apartman yöneticisinin de o baskında evde hazır bulunması büyük bir sorun. Eşim bundan dolayı epey rahatsız oluyordu tabi. Beni alıp götürmelerinden dolayı rahatsız oluyordu. Bunları çok yaşadık. 1971’den beri çeşitli zaman ve mekanlarda bu süreci çok yaşadık. Diyelim ki 2000’li yıllara kadar. Bu konuda epey baskılar oldu. Soruşturma, gözaltına alınma, davalar, cezaevleri ve tabi çeşitli cezaevleri, oralardan nakiller...1970-2000 yılları arasında yaşantımız böyle sürüp gitti.
Siz Kürtlerin varlığından ilk ne zaman haberdar oldunuz ya da ‘Kürt’ kavramı ilk olarak sizin hayatınıza hangi gerekçe ile girdi?
Ben Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okudum. 1958-1962 yıllarında. Fakültede 3’üncü sınıftan 4’e geçtiğiniz zaman tahsil içi staj diye bir kurum vardı. İllere gönderiliyorsunuz ve orada vali ve kaymakamların yanında staj yapıyorsunuz. İdari işlemler konusunda. Ben 1961’de, 4’üncü sınıfa geçtiğimizde, bir liste vardı, o listedeki illerden birini seçiyordunuz. Ben Elazığ’ı seçmiştim. Elazığlı bir arkadaşla birlikte oraya gittik. 27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra Türkiye’de çeşitli konular konuşulmaya başlandı. İşte Kürt sorunu, toprak reformu, gecekondu sorunu, bölgeler arası dengesizlik gibi. Bu konulardan biri de “Kürtlerin Türklüğü” idi. Yani Kürt diye bir halk yok, Kürtçe diye bir dil yok ve herkes Orta Asya’dan gelmiştir şeklinde bir propaganda vardı. Bu propaganda da basın ve akademide çok yaygın bir konuydu. Elazığ’da Keban, Karakoçan, Maden, Baskil ve Palu ilçelerinde staj yaparken, örneğin Karakoçan’da, Keban’da, Palu’da kaymakam ile köylülerin arasında bir tercüman olduğunu fark ettim. Şikayetlerini bildiriyorlardı. Köyde bir arazi anlaşmazlığını anlatmaya çalışıyorlardı ve arada bir tercüman vardı. Hem Karakoçan, hem Palu ve hem de zaman zaman köylere de gidiliyordu. Köylerde de kaymakam ile köylüler arasında bir tercüman vardı. Tercüman kaymakamın düşüncelerini köylülere, onlarınkini de kaymakama anlatıyordu. Bu tercüman olayı insanın bilincine çarpıyor. 1971 Ankara’da, üniversitede, basında, sivil toplum kurumlarında herkesin Türklüğü konuşuluyor. Herkesin Orta Asya’dan geldiği konuşuluyordu ama Keban ve Karakoçan’da durum farklıydı. Nedir tercüman? Demek ki başka bir durum söz konusu. Kaymakam ve köylülerin bilmediği bir dil söz konusu demektir. İlk defa 1961 yaz aylarında Kürtlerle karşılaşmış oldum.
Ne düşündünüz o zaman, akademiye de yeni adım atmışsınız?
Şöyle, 1962’de mezun oldum fakülteden. Burslu okudum. İçişleri Bakanlığından burslu okudum 4 yıl. Bunun karşılığında da 6 yıllık mecburi hizmet vardı. Örneğin haziranda mezun oluyorsunuz, temmuzda beni Çorum’a gönderdiler. Orada çok kalmadım. Askerlik için başvurdum. 1962 yılında askerlik için İstanbul’a geldim. Piyade okulu için. 6 ay askerlik yaptım. Burada da Bitlis’i tercih ettim. O zaman “Becayiş” denen bir kurum vardı. Örneğin size Bolu gelmiş, bana Çorum, bunları değiştirebiliyordunuz. Biz üç kişi becayiş yaptık ve Bitlis’i tercih ettim. 1963’ün mart aylarında İstanbul Yedek Subay Piyade Okulu’ndan Bitlis’e gittim. 1964’te terhis oldum. Askerlik süresince de Nemrut, Süphan Dağı, Mutki, Hizan’da hafta sonu çok sık gider gelirdim. Köyleri, köylüleri yakından tanıyordum. Örneğin göçebe Kürt aşiretlerini ilk defa 1963 Mart ayında fark ettim. Çok kalabalık bir göçebe grubu Bitlis’ten Tatvan’a doğru ilerliyordu. Tatvan’dan da Nemrut yaylasına gidiyorlardı veya Hizan tarafına. Göçebelerin yaşamı o zaman çok dikkatimi çekmişti. Çünkü göç bir gün geçip gitme şeklinde olmuyor. Bitlis’ten bir hafta falan geçiyorlar. Bir de çok kalabalık ilerliyorlar. 1963 bahar aylarında göçebelerle karşılaştım. Terhis olmam 1964’ün sonundaydı. Ondan sonra işte bazı incelemeler yapmaya çalışıyordum askerlik dönemi sırasında. Onu daha çok geliştirmek için Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne başvurdum. 1964’ün sonlarından itibaren Erzurum’daydım sosyoloji asistanı olarak. Orada göçebeler konusunu daha yakından incelemeye çalıştım.
Bu sizi Kürtlere doğru çeken şey genç bir akademisyenin idealistliği miydi yoksa şahsi başka bir gerekçe mi vardı?
1961 askerlikten söz ettim ya, göçebelerle falan karşılaşmıştım. O konuyu daha ayrıntılı şekilde incelemek için bir merakım vardı. Kaymakama staj yaptığımı söylemiştim ama ben İçişleri Bakanlığında çalışmak istemiyordum. Üniversitede kalmak gibi bir hesabım vardı. O bakımdan terhis olduktan sonra üniversiteye başvurdum ve 1964 sonlarından itibaren üniversitedeydim artık.
Bütün bunlar olmadan önce, siz akademiyi düşünürken, eğer yolunuz bir şekilde Kürtlerle çakışmamış olsaydı sizin akademi hayaliniz neydi?
1964-1970 arası ben Erzurum’da iken, örneğin göçebe çalışmamı sürdürdüm ve orada gazetelerde, dergilerde yazı yazmaya başladım. Forum diye bir dergi vardı orada yazılarım yayınlanıyordu ama bu yazılar tepki ile karşılandı. Üniversite tepki gösteriyordu. Bu tür yazıların yazılması istenmiyordu üniversitede. Bunlara karşı çıkılıyordu. 1964-65’ten itibaren falan Kürtlerden, ayrı bir dil ve kültürden bahsediyorsunuz. Üniversitede buna tepki gelişiyordu. O tepki sırasında benim ders vermem de engellendi. 1965’ten itibaren derslere de giriyordum. Genel sosyoloji dersi vardı ben giriyordum ama bu tür yazılar yayınlandıktan sonra benim derslere girmem de engellendi. “Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik Ve Etnik Temeller” isminde bir kitabım yayınlandı. O kitaptan sonra daha çok baskılar söz konusu olmaya başladı üniversitede. 1970 yılı 20 Temmuzunda benim üniversitedeki görevime son verildi.
O dönem ilgi duyduğunuz ya da kendinizi ait hissettiğiniz bir siyasal ideoloji ya da hareket var mıydı?
Kürtlerle ilgili yazılar yazıyorsunuz, düşüncelerinizi belirtiyorsunuz ve onlardan dolayı baskı görüyorsunuz. O baskıları aşmak önemliydi benim için. Bilimin kavramlarıyla yazdıklarınızı savunuyorsunuz ama resmi ideoloji Türkiye’de 60 ve 70 yıllarında Kürtlerin varlığını inkar ediyordu. Üniversite ve yargı organları da bunu savunuyordu. Devletin temel kurumları bunu savunuyordu ve siz farklı bir şey söyleyince farklı tepkiler söz konusu oluyor. Siz de bu tepkileri bilimin kavramlarıyla aşmaya çalışıyorsunuz. O baskı söz konusu olunca yine bilimin kavramlarıyla kendi tezinizi savunuyorsunuz. Görevime son verildiğinde Danıştay’a başvurdum ve yürütmenin durdurulması kararı verildi. Ama üniversite bunu uygulamadı. Üç ay falan uygulamadı. O arada ben Erzurum’dan Ankara’ya, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne başvurmak üzere gittim. Geçişim söz konusu olduğunda üniversite bu geçici durdurmak için yürütmenin durdurulması kararını uygulamaya koydu. Orada epey bir çelişki oldu. Ankara ile Erzurum arasında bayağı çelişki oldu ama ben sonunda Siyasal Bilgiler’e girdim. 12 Mart’ta da tutuklanıp Diyarbakır’a gönderildim.
Fiziki işkenceye maruz kaldınız mı bu süreçte?
Tabi gözaltı süreci, emniyette bir baskı ve zulüm herkese söz konusu.
Ne diyorlardı şahsınıza?
Örneğin bir polis diyordu ki “ben Kürdüm” ama sen niye uğraşıyorsun bu işlerle. Ben Kürdüm ve Kürt olduğum halde uğraşmıyorum bu işlerle, sen bir Kürt değilsin niye uğraşıyorsun diyordu.
Ne cevap verdiniz?
Ben de işte bilimin kavramlarıyla bunu yaptığımı söylüyordum.
Kaldığınız cezaevlerinde unutamadığınız, aklınızda kalan bir olay, bir kişi var mı?
Ben çok cezaevinde kaldım. 14-15 cezaevi değiştirdim. Çeşitli zamanlarda gözaltına alınma, tutuklanma. 1971-2000 arası arka arkaya değildi. 17 yıla yakın cezaevinde kaldım ama değişik tarih ve zamanlardaydı. 17 yılı aşkın bir cezaevi yaşantısı oldu.
Bütün o cezaevi yıllarında siyasi Kürt tutuklularla kaldınız. Devlet Kürtlerin inkarını sürdürürken, içerideki tablo size ne söylüyordu, umut görüyor muydunuz?
Tabi 12 Mart döneminde Diyarbakır’a götürüldüm. O gün diyelim bir iki gün emniyette tutulduktan sonra Diyarbakır’a götürüldüm. Diyarbakır’da Kürt toplumunun her kesiminden insanlar vardı. Ağalar, toprak sahipleri, şeyhler, öğrenciler, serbest meslek sahibi arkadaşlar, esnaf arkadaşlar vardı. Yani Kürt toplumunun çeşitli kesimlerinden insanlarla kaldım. 1971’e kadar Kürtlere dair epey bilgim olmuştu zaten. Ama 1971 Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi ve Mahkemesi süreci benim düşüncelerimde çok daha derin etkiler yarattı. Yani Kürt sorununu, Kürdistan sorununu, Türkiye’yi bu süreçte daha yakından anlama fırsatı buldum.
Bir ülkede akademinin, bilim yuvasının böylesine bir meselede inkarcı bir metodoloji uygulaması topluma nasıl yansır. Türklere nasıl yansıdı örneğin?
Bu tabi çok önemli bir sorun. Üniversiteye girdiğiniz andan itibaren genel derslerde teorik olarak olgunun çok önemli olduğunu söylerler. Hocalar olguyu doğru anlamak gerektiğini falan söylerler. Teorik olarak bunu söylerler. Ben de bunu söylemeye çalışıyorum ama Kürtlerden söz ediyorum. Diyelim ki Kürdistan, Kürtçe çok önemli bir olgu. Bunu bilim kavramlarıyla anlamaya çalışıyorum ama çok büyük bir tepki oluyor. Kürt olgusu söz konusu olduğunda bunun incelenemez olduğu söyleniyor. Devletin milletin çıkarları falan diyorlar. Siz de bilimsel çalışma yapmanın daha önemli olduğunu söylüyorsunuz. 71’de buna karşı çok büyük bir tepki vardı. Yani bilim milim önemli değil deniyor. Ama 80-90 ve 2000lere gelindiğinde bir yumuşama oldu. Devlet artık 60 sene öncesinde olduğu gibi Kürtleri, Kürtçeyi, Kürdistan’ı inkar etmiyor.
Türkiye akademisinin o günleri ile bu günlerini kıyaslarsak ne tür farklar görürsünüz?
Akademi o zaman çok tepki gösteriyordu. Siz ısrarla bunu bilimin kavramlarıyla bunu yapmaya çalışıyorsunuz. 80-90’lara geldiğimiz zaman bu konu daha anlaşılır oluyor ve bu topluma da bir şekilde yansıyor. 1950lerde olduğu gibi artık Kürtler, Kürtçe inkar edilen bir kategori değil.
Silahlı mücadeleden sivilizasyona geçişte, Kürtleri baz aldığımızda ne tür yalpalamalar yaşıyor Kürtler ya da neler yaşandı?
Bu inkar durumu, Kürtleri ve Kürtçeyi inkar çok farklı bir durum. Türkiye’ye has bir sorun. Bu aynı zamanda Irak, İran ve Suriye’nin de sorunu. Uluslararası bir sorun. 1980’lere kadarki dönemde Türkiye, ABD politikaları etkisi altında. Irak ve Suriye, Sovyet etkisi altındaydı. İnkar durumu, ABD veya Sovyetler Birliği’nin, daha sonra Avrupa’nın da ilgilenmeye başladığı bir sorun oldu. Giderek Avrupa, ABD ve Rusya’nın önemli bir sorunu oldu. Ama inkar sadece Türkiye’nin sorunuydu. Örneğin Irak’ta da sorun var ama inkar yok. Herkes Arap'tır denmiyor. Bağdat Kürtlere dönük baskıyı sürdürüyor. İran ve Suriye’nin de böyle bir sorunu var. Kürtleri inkar, Kürtçeyi inkar, asimilasyon, Kürtçeyi Türk diline asimile etmek ve bunu kararlı yapmak Türkiye’ye has. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türkiye’nin Kürtlere dönük politikası asimilasyondur. Herkesin Türk olduğu falan söyleniyor.
Dünyadaki benzerleriyle kıyaslarsak, Türklerin Kürtlere uyguladığı asimilasyon başarılı olmuş mudur?
Tabi tabi, devletin bu asimilasyon politikasının belirli bir başarıya ulaştığını elbette görüyoruz. Örneğin pek çok arkadaş Kürtçe bilemiyor, konuşamıyor. Hele hele yazmak söz konusu olduğunda bunu beceremiyor. Örneğin Diyarbakır, Kürtlerin Kürdistan’ın başkenti denir ama orada da çok fazla asimilasyon uygulandı. Çevremizdeki bir çok arkadaş Kürtçe bilmiyor. Sadece Diyarbakır’a has bir durum değil, Mardin, Hakkari gibi illerde de var. Mersin, İstanbul ve Batı’ya gelen Kürtlerde asimilasyonun daha başarılı olduğunu görüyoruz.
Bunu tersine çevirmek hangi argümanlarla mümkün?
Örneğin 71 Diyarbakır Sıkıyönetim meselesi bunun için çok önemli. Savcıya karşı yaptığınız savunmalar asimilasyonda belirli bir kırılmayı sağlamış olabilir. 12 Eylül döneminde çok daha yoğun bir baskı vardı. Her zaman askeri yöntemlerin baskısı olur ama 12 Eylül 1980 bu baskının çok daha yoğun olduğu dönemdi. Adıyla asanıyla Kürtçenin yasa çıkarılarak yasaklandığı bir dönem oldu. Ama mahkemelerde ısrarlı bir şekilde savunma söz konusu olduğunda bu inkar imha süreci etkisini kaybediyor.
Öcalan ile nerelerden ters düştünüz? Karşılıklı yazılardan biraz ters düştüğünüz görüldü. Siz ona nerelerden itiraz ettiniz o size nerelerden itiraz etti?
Ben 1998’e kadar, Öcalan’ın yakalanıp getirilmesi dönemine kadar, PKK üzerine epey yazılarım oldu. Gerillayı destekleyen yazılarım oldu ve bunu bilinçli bir şekilde yaptım. Ama Öcalan’ın yakalanması ile, uçakta dedi ya “Ben devlete hizmet etmeye hazırım” diye, ondan sonra benim PKK hakkındaki düşüncem, Öcalan hakkındaki düşüncem değişti. Böyle söyleyebilirim.
Dönüp geriye baktığınızda, pişmanlığını duyduğunuz bir şey oldu mu, bu kadar bedel ödedikten sonra keşke böyle yapsaydım dediğiniz durumlar oldu mu?
Hayır, öyle bir durum olmaz.
Bu güne gelirsek; Kürtlerin bir kanadı silahlı mücadeleyi sürdürüyor, diğer parçalarda başka gelişmeler var. Size ilk günlerde olduğu gibi heyecan veriyor mu?
Kürt sorunu çok büyük bir sorun. 1920’lerde Kürtlerin, Kürdistan’ın parçalanması çok önemli tarihler. Milletler Cemiyeti döneminde Kürtlere karşı böyle bir yaptırım, böyle bir operasyon söz konusu olmuş. Kürtler, Kürdistan bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış. Bu bir toplum için, bir ulus için çok ağır bir yaptırımdır. Bir insanın iskeletinin dağılması, beyninin parçalanması gibi bir sorundur. 50 milyonu aşkın bir nüfusları var Kürtlerin ama BM ya da İslam Konferansında bir temsilciliği yok. Dünyada bir milyonun üzerinde nüfusu olan belki 40 devlet var. Nüfusu 300 bin olan devletler var. BM’de temsil ediliyorlar. Şimdi 50 milyonu aşkın bir nüfusun var ama BM’de, İslam Konferansında temsil edilmiyorsun. Kürt sorunu çok büyük bir sorun. Uluslararası bir sorun. Özellikle bunu Kürtlerin dile getirmesi çok önemli. BM’nin, İslam Konferansının ve insan hakları kuruluşlarının bu anlamda eleştirilmesi çok önemli. Bunu da Kürtler yapmalı. Bun karşılaştırarak yapmaları çok önemli. 1020’lerde dönemin iki emperyal gücü ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti, Osmanlı, devamı Türkiye ve İran imparatorluğu, bu dört güç birbirleriyle işbirliği, güç birliği yaparak Kürtlere böyle bir operasyon yaptı. Kürtlerin başına lanetli bir çorap geçirdiler. Kürtlerin bunun bilincine varması ve bundan sıyrılmak için mücadele yürütmesi önemlidir.
Güney Kürdistan deneyimi bu anlamda nasıl bir role sahiptir?
Tabi ben onları da yakından tanıyorum. Mele Mustafa Barzani döneminde Kürtlerin nasıl mücadele ettiğini, 1960’lar, 11 Mart 1970 anlaşması, Barzani ile Saddam arasındaki anlaşmaları falan yakından biliyorum. Bu anlaşmalar niye uygulanmadı bilmiyorum. Bu sadece Barzani ile Saddam arasında değildi ki. İran engelliyordu, Türkiye engelliyordu. Böyle bir anlaşma olmuş ama yaşama geçmedi. Anlaşma Kerkük’te nüfus sayımını öneriyor örneğin. Saddam isteyebilir ama Türkiye, İran bunu istemiyor. Sovyet ve ABD gibi devletler Kürtler lehine bir politika yürütmüyorlar. Tam tersine hakim devletleri koruyorlar. Amerika, Sovyetler Birliği bunun yaşama geçmesi konusunda bir kararlılık göstermiyor. Saddam’ı destekliyor falan. Ama Kürtlerin bunu yapması önemli.
Güney Kürdistan’da kazanılmış bir statü var. Bu bağlamda Rojava deneyimi ve gelişmelerini nasıl görüyorsunuz?
ABD’nin 2003’te Irak’a müdahalesi, Saddam’ın gitmesi, Baas’ın dağıtılması, önemli aşamalar oldu. Şunu yakından biliyoruz ki 1988’e kadar hep Enfal durumu vardı. Sadece Halepçe değil, Kürdistan’ın her yerinde, Süleymaniye’de Hewlêr’de, Duhok’ta. Kürtlere bir soykırım uygulanıyordu. Halepçe’den bahsediyoruz mesela. 6000 üzerinde Kürt öldü ve dünyanın hiçbir yerinde bir tepki olmadı. Ne Paris, ne Roma, ne Londra, ne Moskova, ne Kahire’de bu soykırıma karşı bir tepki olmadı. 1945’te Nagazaki ve Hiroşima’da benzer bir süreç yaşandı ama Kürtlere uygulanan bu Enfal durumu Japonya’da bile bir tepki yaratmadı. Bu Kürtlerin ne kadar haksız durumlarla karşılaşmış olduğunu gösteriyor. Böyle bir soykırım olayına bile tepki gösterilmemesi sorunun çok büyük ve ağır olduğunu gösteriyor.
Rojava’daki gelişmeleri nasıl görüyorsunuz?
1970’ler, Kürdistan bölünmüş, parçalanmış... Kürdistan sömürge bile değil. Osmanlı dağıldıktan sonra imparatorluk toprakları paylaşılıyor. Kim paylaşıyor, İngiltere ve Fransa. Irak kurulmuş, Ürdün, Filistin kurulmuş. Hepsi İngiliz mandaları. Suriye, Lübnan kurulmuş. Ama o dönemde, yani Milletler Cemiyeti döneminde, Irak, Filistin, Ürdün, Suriye ve Lübnan yanında Kürdistan olmalıydı. Bir de Kürdistan kurulmalıydı. İngiltere veya Fransa'ya bağlı. Eğer böyle olsaydı, diyelim Irak, Ürdün, Filistin kurulduğu gibi Kürdistan da kurulmuş olsaydı, Kürdistan şimdiye kadar çoktan kurtulmuştu. Ama olmadı, Kürdistan bölünmüş, parçalanmış paylaşılmış. Irak diyor ki burası Irak toprağı, Türkiye Kuzey Kürdistan için burası Türkiye diyor, İran burası İran toprağı diyor. O zaman İngiltere çok etkin bir politikaya sahipti, Fransa da.. Irak uzun süre İngiliz denetimindeydi. Suriye Fransa denetimindeydi. Hepsi çekildi ve Arap yönetimleri etkin oldu.
Kuzey Kürtleri nasıl bir modele odaklanmalı, neyi öncelemeli?
Bir kere Türkiye’deki Kürtler Kürtçeye sahip çıkmalı. Kürtçeye sahip çıkmak çocuklara öğretmek çok önemlidir. Kürtçeyi günlük hayatın bir parçası haline getirmek, çarşıda, pazarda, okulda, her yerde Kürtçe konuşmak ve yazmak çok önemlidir. Kuzeyde Kürtlerin Kürtçeye sahip çıkmaları çok önemli. Kürdistan’ın güneyi gibi değil, orada böyle bir sorun yok. Herkes Kürtçe konuşup, eğitim görüyor. Ama kuzeyde böyle değil. En önemli sorun Kürtçeye sahip çıkmaktır. Bunu bilinçli şekilde tartışmalı hayata geçirmeli, günlük hayatın bir parçası haline getirmeli.
Geride bıraktığınız bütün bu serencamınız sizin ailenize nasıl yansıdı, ilçenizle, akrabanız ve çevrenizle neler yaşadınız?
1971’de ilk tutuklanmam döneminde bana karşı, İskilip’te, yani doğduğum büyüdüğüm şehirde çok büyük bir tepki vardı. Ben sonra öğrendim, 1971 Nisan ayında camide imam Cuma namazı sırasında konuşuyor ve benim tutuklanmam orada söz konusu oluyor. Bizim memleketimizden de bir anarşist çıktı diyor. Benim aleyhime. Babam da camideymiş o zaman. İmam benim aleyhime atıp tutunca babam bayılmış ve baygın bir şekilde eve getirmişler. Bana karşı o zaman çok yoğun bir tepki vardı İskilip’te. Ben çok sonradan öğrendim tabi. Ama giderek kırıldı. 1971’deki gibi değil artık giderek kırıldı. Tabi ailemize gelince; ben ailenin en küçüğüyüm. 1939 doğumluyum. Büyük abim 1921 doğumlu. Küçüğü 1930 doğumlu. Ablam da 1936 doğumlu. Hepsi vefat etti ve hiçbiri yaşamıyor artık. Babam 1899 doğumlu. O da 79 yaşında vefat etti. Annem 1898 doğumlu. O da vefat etti. Yani benim böyle yazıdan dolayı tutuklandığımı biliyorlardı. Kürtler ile ilgili çalıştığımı biliyorlardı. Bunu istemiyorlardı, yazı yazmamı istemiyorlardı ama yazınca da bir tepki olmadı. Cezaevine düştüğümde falan belirli bir ilgi her zaman vardı. Gözaltı, tutuklanma, davalar sürecinde belirli bir ilgi hep vardı ama yazı yazmamı istemiyorlardı. Kitap yayınlamamı istemiyorlardı. Ama kitap yazıldığı zaman ve bir takım tehdit ve yaptırımlarla karşılaştığımda da beni yalnız bırakmıyor, destekliyorlardı. Sadece ailem değil akrabalarımın tutumu da aşağı yukarı böyleydi.
Türkiye’nin şu andaki durumu hakkındaki görüş ve hislerini ne?
Türkiye’nin en önemli sorunu, önemli sorunlarından biri değil, en önemli sorunu Kürt sorunudur. Kürt sorunu her şeyin temelindeki bir sorundur. Devletin bu konudaki politikası, Kürtlere baskı yaparak bunu engellemeye çalışıyor. Kürt sorununu Kürtleri baskılayarak ortadan kaldırmaya çalışıyor. Devletin temel politikası bu. Ama artık bu politikanın yaşaması mümkün değil. Kürtler artık 50 sene önceki Kürtler değil. Hak hukuk özgürlük bilincine varmış ve kararlı şekilde savunuyorlar. Devletin politikaları ile Kürtlerin politikaları elbet çok çelişiyor. Kürtlerin özellikle Kürtçeye sahip çıkmaları Kürtçenin özellikle çocuklarda yaygınlaştırılması önemli. Örneğin Diyarbakır, Batman, Nusaybin, Cizre’de dolaşıyorsunuz. Çocukları izleyin, sokakta kapı önünde oynayan çocukları izleyin, bu çocuklar hangi dille konuşuyorlar. Oynarken, kavga ederken hangi dili konuşuyorlar. Eğer bu dil Kürtçe değilse Kürtler tabi çok büyük tehlikelerle karşı karşıyadır. Bu bakımdan çocuklara Kürtçe öğretmek, Kürtçe konuşmalarını sağlamak çok önemli.
Size Madam Küri’den bahsedeyim. Madam Küri Polonya’lıydı. Onların da Kürtlere benzer bir tarihi var. Bir kaç defa Polonya bölündü, parçalandı ve paylaşıldı, Kürdistan gibi. Bir fark var, devlet olup parçalanıyorlar. Ama Kürtler devlet olmadan parçalandılar. 1870’lerde Madam şunu diyor, o zaman 7-8 yaşında bir çocuk, şöyle diyor; “Ülkemiz, Rus İmparatorluğu, Alman ve Avusturya-Macaristan arasında paylaşıldı. Bizim şehrimiz, Rus İmparatorluğu denetimi altındaydı. Okulda Leh dili yasaklanmıştı ve Rusça konuşmamız isteniyordu. Eğitim Rusçaydı ama biz evden okula gelirken veya okuldan eve giderken kendi aramızda çocuklar olarak hep kendi dilimizi konuşuyorduk.” Yine, “Akşam evde bütün ailemiz Leh dilini konuşurdu. Çocukları Leh diliyle eğitmeye çalışıyorlardı ve ulusal kurtuluş mücadelemizde Leh dilinin çok önemli bir yeri var. Ailemiz çocuklarını Leh diliyle eğitmeye çok özen gösterdiler” diyor. “Biz de çocuklar olarak okuldan gelir ve giderken hep kendi dilimizle konuştuk.” Hatta diyor ki “ders Rusça ama zil çalıp teneffüse çıktığımız zaman bile kendi aramızda Lehçe konuşurduk. Ulusal Kurtuluş Mücadelemiz böyle gelişti.”
Kürtler için devlet okul açmayabilir, zorunlu eğitim olmayabilir ama her ev bir okul olabilir. Çocukları Kürtçe eğitmek çok önemli. Diyelim Batman, Diyarbakır, Hakkari’de yaşlılar kahvehanede Kürtçe konuşuyor. Bu çok iyi ama bu geleceği belirlemiyor. Biraz önce Diyarbakır’dan bahsettik, araştırın çocuklar hangi dilde konuşuyor. Durum iyi değil, çocuklar hep Türkçe konuşuyor, bu çok kötü bir durum. Kürtçeye sahip çıkmak çok önemli kuzeyde. Kürtçeyi yaygınlaştırmaları çok önemli.