Kürkçü: AKP İktidarı darbeye hazırlanıyor

Kürkçü: AKP İktidarı darbeye hazırlanıyor

HDP'li Ertuğrul Kürkçü, AKP iktidarının darbeye hazırlandığını belirterek, “15 Temmuz’daki senaryoyu bu kez yüksek sesle devreye sokuyor. Aslında Türkiye’deki biricik darbeci; AKP’nin Saray’ıdır. Gidişat, esasen bir AKP darbesinin gelmekte olduğunun habercisidir’’ dedi.

Genel seçimin üzerinden henüz iki yıl geçmeden  AKP ve MHP çevrelerinin ‘erken seçim’ olasılığını tartışmasını ise Kürkçü şöyle konuştu: “Bu, Saray çevresinde kurulmuş olan üçlü ittifakın toplumsal dayanaklarının çökmekte olduğunu gösteriyor. Soylu’nun istifa hamlesi bunu işaret ediyor.”

Ertuğrul Kürkçü, hükümetin 2020’nin ikinci yarısı ve 2021’de ekonomide büyük bir daralma ile karşı karşıya kalacağına dikkat çekti ve ekledi: “Dolayısıyla bir erken seçim bu sonbaharda gerçekleştirilmediği takdirde, rejimin toplumsal ve siyasal onayının baş aşağı gideceği 2021’e sarkacaktır.’’

İSMET KAYHAN

Koronavirüs salgını tüm dünyayı etkisi altına aldı. Enfekte olan insanların sayısı giderek artıyor. Türkiye ve birçok Avrupa ülkesinde yeni bir ‘normale’ geçiş süreci başladı. Bu sürecin tüm yükünü ise emekçiler omuzladı ve bu yüzden en çok can kaybı bu kesimde yaşandı. Türkiye’de ise Erdoğan iktidarı her krizde olduğu gibi Covid-19 salgınını fırsata çevirmeye çalışıyor. Hastalıkla mücadeleyi bırakan AKP gündemine toplumsal muhalefeti ve HDP’nin nasıl tasfiye edileceğini koydu.

Darbe tartışmalarını yorumlayan HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, “AKP, 15 Temmuz’daki senaryoyu bu sefer yüksek sesle devreye sokmaya çalışıyor. Aslında Türkiye’deki biricik darbeci AKP’nin Saray’ı, Erdoğan’ın kendisidir. Esasen AKP darbeye hazırlanıyor” dedi.

Kürkçü ile darbe tartışmaları, AKP-MHP ittifakı, Soylu’nun istifa hamlesi ve HDP’yi konuştuk.

Son dönem Türkiye’de yaşananlara yakın tarihten bakmak gerekirse, ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ adı verilen Başkanlık sistemine geçişle birlikte başlayan krizi nasıl tanımlarsınız?

Bu elbette egemen sınıfın yönetim krizidir. Türkiye’nin tekçi yapısını yaran yeni bir dalganın, özellikle HDP şahsında ifadesini bulan geniş halk blokunun var olan sistemde kendisine bir yer açışıyla birlikte rejimin mimarisinin tepeden tırnağa sarsılmış olmasıyla ilgilidir, bu yönetim krizi. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” rejimin savunulması için icat edilmiş; neresinden bakarsanız bakın bunu ancak olağanüstü bir rejim, alaturka bir diktatörlük kurgusu olarak adlandırabiliriz.

Aslında bunu, rejimin inşasında Tayyip Erdoğan’dan daha fazla söz ve fikir sahibi olan Devlet Bahçeli, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak bir şekilde ifade etmişti: ‘Bu cumhurbaşkanı her gün suç işliyor. Mevcut anayasa çerçevesinde onun suç işlemeden cumhurbaşkanlığını sürdürmesi mümkün olmadığına göre ya cumhurbaşkanı suç işlemekten vazgeçecek ya da biz anayasayı ona uyduracağız. Varsa bir planı çıksın, gelsin’ demişti. Bahçeli’nin çok açık bir biçimde ortaya koyduğu gibi bu rejimi, 1982 Anayasası çerçevesinde dahi bir suç örgütünün iktidara yükselişi olarak özetleyebiliriz. Elbette bu, herhangi bir meşruiyete sahip olmayan, kendisini mevcut anayasal çerçevenin içerisine yerleştirebilmek için çerçeveyi kendisine uydurmuş gayrimeşru bir rejimdir.

Bu rejimin ortaya çıkışının en önemli nedeni Kürtlerin ve Türkiye’nin demokratik, toplumsal muhalefet güçlerinin bir araya gelerek HDP etrafında oluşturdukları bloktur; bu üçüncü kutbun yükselişi, iki kutuplu bir siyasal işleyişe göre dizayn edilmiş egemenlik sistemini işlemez kılmıştır. Bugün dahi süregiden krizin gerisinde aslında bu üçüncü blokun Türkiye siyasetinde kendisine açtığı meşru yerin rejimin kendisini gayrimeşru duruma düşürmüş olması yatıyor.

Bugün Meclis’in var olan yasama gücü ‘Cumhurbaşkanlığı kararnameleri’ ile elinden alınmış durumda. Güçler ayrılığının nerede başlayıp, nerede bittiğinin belirsiz olduğu bu durumda yasama gücü olmayan bir TBMM’nin temsil ettiği şey nedir?

Bu mevzu; Türkiye’nin uluslararası alemde bir diktatörlük olarak damgalanmasının önüne geçmek için eski rejimden bakiye bir eklentiden ibarettir. Esasen bütçe hakkı elinden alınmış olan bir meclisin, meclis olarak nitelenmesi Türkiye’nin anayasal süreci ve demokratik gelişim öyküsü bakımından imkansızdır. 1876 Anayasası, Birinci Meşruiyet’in anayasal rejimi bile Meclis-i Mebûsan’a, bugünkü Meclis’ten çok daha geniş bir temsil ile yönetim yetkisi veriyordu. Meclis-i Mebûsan, mutlakiyetin elinden gücü alan bir toplumsal iradenin merkezi, bunun tecelli ettiği yerdi. Bu meclis kendinden arta kalan parçayla bir kurtuluş savaşı gerçekleştirmeyi ve işgale son vermeyi başarmıştı. Onun için kendisine ‘Gazi Meclis’i deniliyordu. Fakat bu artık ‘Şehit’ olmuş bir Meclis’tir. Bu Meclis’in bugün varlığını sürdürmesinin biricik esbab-ı mucibesi, tamamen ayaklar altına alınmamış olmasının sebebi, böyle bir diktatörlük olduğunun dünyaca tescil edilmesine engel olmak içindir.

İkincisi, elbette onu atlamak olmaz; içeride de toplum bu rejime teslim olmadığı, muhalefet dinamikleri hala çok canlı olduğu için, bu muhalefet dinamiklerinin radikal devrimci bir muhalefete dönüşmesini önlemek için majesteleri Meclis’i muhafazaya ihtiyaç duymuştur. Bu esasen toplumun avutulması, politik partilerin hala bir işlevlerinin olduğuna inanagelmeleri için eski rejimden geride bırakılmış bir parçadır.

Şunu da söylemek gerekir: Böyledir diye, bu mekanizmanın verdiği temsil ve temas imkanlarının inkar edilmesi ya da  reddedilmesi söz konusu olamaz. Sesimizin işitilebileceği bir olanağı reddetmemiz saçma olur. Ama artık bilmemiz gerekir ki, Türkiye’nin kaderi burada, bu Mecliste değil; iktidar açısından Saray’da, muhalefet açısından da toplumun atar damarları içerisindedir. Bu ikisinin karşıtlaşması Türkiye’nin geleceğini inşa edecektir.

Erdoğan tek başına meclis çoğunluğunu kaybedince MHP ile ittifak kurdu. Bu ittifakın harcında ne var?

Aslında bu ittifakın öncesine bakmamız lazım. HDP’nin ortaya çıkışı çözüm ve müzakere süreciyle birlikte ilerledi. Türk egemen sınıfları bu süreçte mevcut rejimin dinamiklerini tartışmaya açmanın ve egemenlik paylaşımının sonuçlarıyla yüzleştiler. Bu sonuçları kaldıramayacaklarına karar verdiler. Barışın savaştan daha pahalı olduğunu, güç ve iktidar paylaşımının esasen Türklük ve Türkçülük üzerine kurulmuş olan Türk devletçiliğinin sonu demek olduğunu gördüler. Halkın temsil organlarıyla merkezi iktidarın paylaşılmasının hakimiyetin sonu olduğunu görünce, tamamen ters yöne doğru savruldular. Nitekim ortaya savaş aygıtı olarak bu yeni rejim çıktı.

Bu yeni rejim bir savaş aygıtıdır. Egemen ulusun ezilen ulus ile savaşı, erkeğin kadınla savaşı, kapitalizmin işçi sınıfıyla savaşı, devlet Sünniliğinin öteki mezhepler ve dinlerle savaşı, sermayenin doğa ile savaşını yöneten bir saldırı mekanizmasıdır. Bir iç savaş aygıtıdır. Bunu ancak böyle niteleyebiliriz. Süslerinden arındırdığımızda aslında her gün yapmakta olduğunu zaten görüyoruz, hissediyoruz. Sadece bu savaşı beli bir sıralamayla, beli bir öncelik üzerine göre yapıyor. 12 Eylül rejiminin topluma karşı sürdürmüş olduğu yıldırım harekatını zamana yayarak yapıyor; düşmanlarını, yok etmek istediği, boyun eğdirmek istediği güçleri sıraya diziyor. Bu sıranın kendisine hiçbir zaman gelmeyeceğini varsayarak, öndekilerin saf dışı edilmelerini çaresizce seyrederek bu oyunun oynanmasına müsade ediyor ama şimdi bu kuvvetin kendisine doğru yöneldiğini hissetmeye başladığını da söylemek mümkün.

Soylu’nun istifası ile Erdoğan’ın çatlamasını göze alamadığı bir ittifak olduğunu görüyoruz. Bu ittifak ne zaman kuruldu, nasıl işliyor?

Bu ittifak esasen 2015’ten önce kuruldu. AKP’nin tek başına iktidarı suretinde Fetullah Gülen Cemaati ile kurulmuştu. Bu ittifakın iç çatışma sonucu yıkılışının ardından Erdoğan ittifakını önce MHP ile değil, görünenin aksine Ergenekon ile kurdu. Fakat bu ittifak temsil açısından yeterli gelmedi. MHP ile ittifak, Erdoğan boyunun ölçüsünü 7 Haziran 2015’te alınca devreye girdi. Bu ittifakın en önemli önceliği Kürtlerin özgürlük mücadelesine boyun eğdirmekti. Türkiye’nin Kuzey Suriye’de sürdürdüğü çatışma, bu çatışmanın gerisindeki bütün muhakeme Kürdistan’ın tamamına egemen olmadıkça, Kürdistan’ın Kuzeyi’ne egemen olunamayacağı mantığıyla devam ediyor.

Uluslararası konjonktür buna kısmen hizmet etti; Amerika’nın Suriye’ye müdahalesinin açtığı gedikler AKP’ye ya da bu ittifaka din esasına dayalı bir askeri müdahalenin Kürtlerin haklarına ve Kürdistan’ın bütün parçalarına tecavüze imkan verir gözüktü. Fakat, bu burada kalmadı; dalgalar halinde Arap ve islam dünyasındaki bütün boşluklara doğru nüfuz edince, bir çare diye görülen dış müdahale kendi hükmünü icra ederek, bu sefer Türkiye’yi bir emperyalist devlete doğru dönüştürüyor. İstilacılık, müdahalecilik, iktidarı kendi çapını aşan adımlar atmaya zorluyor.

Ancak sonuçlar, bu ittifakın içinde barındırdığı bir açmazı da bize işaret ediyor: Süleyman Soylu’nun hamlesi sonrasında bu ittifakın kopmazca birbirine bağlanmaya mecbur olduğunu görüyoruz. Bunun nedeni, ittifakın unsurlarından hangisi yerinden oynarsa, sonuçta büyük toplumsal muhalefetin barışçıl bir çizgi üzerinde ilerlemeyi sürdürmesi halinde iktidarın asla ve asla tutunamayacak ve dağılacak olmasıdır. Savaştan beslendikleri için, savaşı sürdürebilmeleri her gün bir arada olmalarını gerektiriyor. Bu bir suçlular ittifakıdır. Suç etrafında kurulmuş bir ittifaktır, suç örgütüdür. Halka karşı bir savaş örgütü olarak kendi iç çatışmalarını bastırmaya, ötelemeye, bundan kaçabildiği kadar kaçmaya mahkumdur.

Fakat, öte yandan iktisadi krizin dolu dizgin geldiğini; yani Mahşerin Dört Atlısı’nın Ankara’ya doğru hareket halinde olduğunu görebiliriz. Savaş, açlık, hastalık ve ölüm; her biçim altında Türkiye toplumunu tehdit ediyor ve bu tehdide bu savaş örgütünün karşı koyması mümkün değildir, iktidar bu tehdidin bir kaynağıdır. Toplumun kendisini bu beladan özgürleştirebilmesi için, bu rejimden özgürleştirmesi gerektiği fikri giderek daha çok kabul görüyor. Bunu söylemek mümkün. Gelecek ufkunun da bu gidişata göre planlaması, muhalefet açısından son derece önemlidir. Muhalefete bu akıl egemen olabilirse ne ala.

Fakat öyle görüyoruz ki, AKP’nin karşısındaki blok olan Millet İttifakı’nda yer alan İYİ Parti’yi başka bir akıl güdüyor. Bu büyük halk blokunun kurulmaması için HDP’yi öteleme ve dıştalama, rejime can suyu sağlama karşılığında iktidar nimetlerinden faydalanma çabalarını gözden kaçırmıyoruz. Şunu söyleyebiliriz: İYİ Parti’nin rejime sunduğu bu can suyu aslında baldıran zehiri olacaktır; hem sunan için hem içen için. O da ötekilerle beraber iktidar mevkiinden aşağıya doğru sürüklenecektir. Bu dalganın gelişi titrek adımlarla olabilir, dolu dizgin olmayabilir, fakat böyle bir dalganın ufukta belirdiğini kimsenin gözden kaçırdığını sanmıyorum. Öyle olmasaydı, rejim bir lümpen ordusunu halka karşı seferber etmek üzere bu örtülü affı çıkartmazdı, Bahçeli bu adımı AKP’ye attırmazdı. Aslında rejimin süreci nasıl okuduğuna bakmak da süreç hakında bir hüküm vermek açısından bir ölçü teşkil edebilir.

Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Davutoğlu art arda darbelere karşı olduklarına dair açıklamalarda bulundular. Bir darbe hazırlığı mı var yoksa AKP kendi çöküşünü bir darbeyle özdeşleştirmek mi istiyor?

Ben bir darbe hazırlığı olduğuna dair işaretler görmüyorum. AKP artan muhalefet dalgasını, yani bir ikinci iktidar odağının toplumda, toplumun tahayyülünde şekillenmekte oluşunu büyük bir endişeyle izliyor. 15 Temmuz’daki senaryoyu bu sefer yüksek sesle devreye sokmaya çalışıyor. Aslında Türkiye’deki biricik, hakiki darbeci AKP’nin Saray’ı, Erdoğan’ın kendisidir. Erdoğan’ın iktidara ilerleyişinin her bir adımı bir darbe olarak gerçekleşmiştir.

Bunları tek tek hatırlayalım;

  • 7 Haziran sonrasında esasen hükümetin kurulması görevini CHP’ye vermesi gerekirken, Davutoğlu’na bir savaş hükümeti kurdurması anayasaya karşı bir darbeydi, bunu o zaman da söylemiştik.
  • Silahlı seçim, 1 Kasım 2015 seçimleri bu darbenin devamıdır, bunu da söylemiştik.
  • Cumhurbaşkanlığının seçimle gelmesi ama cumhurbaşkanının partisinin başında kalmaya devam etmesi için yapılmış olan anayasa değişikliği bir darbedir, seçimin geçersiz oylar sayılarak yapılmış olması bir darbedir.
  • 15 Temmuz darbesinin kendisi AKP’nin gözetiminde AKP’nin darbesidir. 15 Temmuz kalkışması, Sarayın darbesini onun üzerine bindirmek için yol vermiş, kışkırtılmış bir darbe karikatürüdür.
  • Asıl darbe olan 20 Temmuz’daki Olağanüstü Hal darbesi bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir.

Devamında birbirini izleyen, sanki artçı bir depremlerin asıl depremleri izlemesi gibi darbeler silsilesi halinde Erdoğan rejimin başına yükselmiştir. Her bir darbeden önce ya da sonra kamuoyu onayına başvurulmuş olması, bunun bir darbeler süreci olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz; tam aksine, muhalefetin baskı altına alındığı, seçme özgürlüğünün yok edildiği, devletin halka karşı “seçim”e girdiği oylamalar darbenin inkârı değil ispatıdır. Onay mekanizması şiddet yoluyla işletilmiştir.

Bu arka plan üzerinde şimdiki şayiayı şöyle yorumlayabiliriz: Türkiye’nin ufkunda beliren büyük belirsizlik ve kaosu olası bir Saray darbesinin darbenin gerekçesi kılmak, toplumsal muhalefetin doğal, olağan hareketlerini darbe gibi göstermek ve kendi darbesini bu halk muhalefetinin gelişimine karşı bir darbe kalkanıymış gibi tasavvur etmek ve taraftarlarına bu şekilde bir çerçeve çizmektir söz konusu olan. AKP’nin bir darbeden şikayete hakkı yoktur, bugün Türkiye’deki biricik darbeci güç, elinde darbe olanakları bulunduran güç AKP’nin kendisidir. Gidişat, esasen bir AKP darbesinin gelmekte olduğunun habercisidir. Halkımız ve halklarımız kendisine gösterilen bu darbe korkuluğuyla geri çekilmemeli, mücadelesine devam etmeli ve AKP darbesini deşifre etmeli, bu korkunun gölgesinden bir an önce sıyrılmalıdır.