"Türkiye'nin Suriye politikasının özünde 'genişleme stratejisi' var"
3 gün boyunca ABD-Türkiye arasında yürütülen “güvenli bölge” görüşmeleri mutabakat ile sonuçlandı. Türkiye Milli Savunma Bakanlığı’nın açıkladığı, ABD’nin de doğruladığına göre taraflar “Türkiye’nin güvenlik endişelerini giderecek tedbirlerin bir an önce uygulanması” konusunda anlaştı. Ayrıca ‘güvenli bölge’nin yönetimi için Türkiye ve ABD arasında Müşterek Harekât Merkezi’nin kurulması ve yine yerinden edilmiş Suriyelilerin ülkelerine dönmeleri için ilave tedbirlerin alınması maddeleri üzerinde anlaştı.
ABD-Türkiye arasındaki mutabakatı Mezopotamya Ajansı'na değerlendiren akademisyen Arzu Yılmaz mutabakatın en önemli sonucu olası bir operasyonun önünün kesilmesi olduğunu söyledi. Türkiye’nin Suriye politikasının özünde ‘genişleme stratejisi’ olduğuna dikkat çeken Yılmaz, bu hesabın tutmadığının da altını çiziyor.
Mutabakat öncesi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Fırat’ın doğusuna operasyon düzenleyeceğini söylerken, ABD’li yetkililer ise buna müsaade etmeyeceklerini ifade ediyordu. Bu mutabakat taraflara zaman mı kazandırdı?
Hiç kuşkusuz. Türkiye’nin tek taraflı bir müdahalede bulunmasının önü alındı. Gerçi Türkiye, ABD’ye rağmen Fırat’ın doğusuna girebilir miydi? Orası tartışmalı. Ama bu mutabakatın en önemli sonucunun bu olduğu söylenebilir.
“Güvenlik koridoru”na ilişkin mutabakat, üç günlük tartışmanın sonunda mı sağlandı?
Aslında ortaya çıkan mutabakatı, üç gün süren bir müzakerenin sonucu olarak tanımlamak doğru olmaz. Zira özellikle Fırat’ın doğusu konusunda, Türkiye ve ABD arasında 2018 Aralık ayından bu yana, ‘Yüksek Düzeyli Suriye Çalışma Grubu’ adı altında görüşmeler sürüyordu. Ama iki taraf da bir anlaşmaya vardıklarına dair bu süreçte bir açıklama yapmamıştı. Bilakis görüşmelerde ilerleme sağlanamadığı sık sık vurgulanıyordu. Şimdi ise bazı adımların atılacağı konusunda bir anlaşmaya varıldığı ilan ediliyor. Fakat ayrıntılara ilişkin henüz paylaşılan bir bilgi yok.
Mutabakatın ilk maddesinde yer alan “Türkiye’nin güvenlik endişelerine cevap vermek için ilk tedbirlerin hızla hayata geçirilmesi” ifadesiyle ne anlatılmak isteniyor?
Her şeyden önce, zamana yayılacak bir takım adımların söz konusu olacağını söylüyor. ‘İlk tedbirler’ vurgusu bunun bir göstergesi. Bu da ne olabilir derseniz? SDG’nin (Suriye Demokratik Güçleri) bazı sınır alanlarından çekilmesi olabilir derim. Ama Türkiye’nin SDG güçlerinin geri çekileceği alanlara hemen gireceği ya da bu ilk tedbirlerin arkasından hangi adımların geleceği konusunda bir anlaşmaya varıldı mı, şüpheli.
Yine ikinci maddede “Müşterek Harekât Merkezi”nin kurulacağı ifade ediliyor. Bu harekât merkezinin kurulmasındaki temel amaç nedir?
Bu ortak bir askeri operasyon hazırlığının işareti. Bu merkezin kurulması her şeyden önce Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna tek taraflı bir askeri operasyon yapmasının söz konusu olmayacağını gösteriyor. Öte yandan, Fırat’ın doğusundaki ABD askeri varlığının güvenliğinin teminat altına alınması da temel amaçlardan biri olarak tanımlanabilir.
Üçüncü maddede ise Suriyeli mültecilerin “güvenlik koridoru”na yerleştirileceği ifade ediliyor…
Suriyeli mülteciler konusu başından bu yana hem iç hem dış kamuoyunda Türkiye’nin Suriye politikasını meşrulaştırma çabasının en önemli aracı olageldi. Krizin ilk yıllarında ‘Esad zulmünün göstergesi’ olarak araçsallaştırıldı. Ardından Avrupa’yla pazarlıklarda ‘tehdit unsuru’ olarak kullanıldı ve nihayetinde Suriye’ye askeri operasyonların gerekçesi haline getirildi. Bugün artık üstü örtülemeyecek duruma gelen Suriyeli mültecilere karşı içerde oluşan tepki göz önüne alındığına bir yatıştırma taktiği olarak hükümet bir bakıma mültecilerin geri döneceklerini ‘muştuluyor’. Ama bu mesajın asıl alıcısının iç kamuoyu değil, dış kamuoyu olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Zira uluslararası alanda benimsenen söylemin aksine, Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalelerine meşruiyet kazandıran, Kürt askeri ve siyasi oluşumuna atıfla, Türkiye’nin ‘sınır güvenliğini sağlama gerekliliğinden doğan hakları’ değil; sayıları 4 milyonu bulan Suriyeli mülteciler konusunda yüklendiği siyasi ve ekonomik risklerdi.
Mültecilerin “güvenlik koridoru”na yerleştirilmesi ile Kuzey Suriye’deki demografik yapının değiştirilmesinin hedeflendiği belirtiliyor. Siz de öyle mi düşünüyorsunuz?
Nüfusunun yarısı mülteci olan Suriye’de demografik yapı zaten alt-üst oldu. Türkiye ise bu alt-üst oluşa kendi politikalarına uygun bir dizayn vermek istiyor. Bunu da saklamıyor zaten. Afrin’de yapılanlar ortada. Ama burada asıl önemli olan, bu demografi mühendisliğiyle zaten parçalanmış bir coğrafyada yeni etnik/dinsel fay hatları inşa ediliyor olması. Bu bağlamda, en yakın tehlike de bir Kürt-Arap çatışması. Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi bünyesinde sağlanan Kürt-Arap askeri ve siyasi işbirliği şimdilik bu tehlikeyi bertaraf ediyor. Ama Özerk Yönetim’in kırılgan yapısı ve IŞİD’le savaş önceliğinin yerini alan ekonomik ve siyasi kaygılar bu çatışma potansiyelinin hiç de uzak olmadığını gösteriyor. Türkiye’nin sıklıkla vurguladığı ‘Suriye topraklarını asıl sahiplerine teslim edeceğiz’ vaadi de hiç kuşkusuz bu potansiyeli adresliyor.
Türkiye sadece “güvenlik tehdidi” gerekçesiyle mi bu koridora ihtiyaç duyuyor, yoksa bunun altında yatan başka nedenler var mı?
Türkiye’nin Suriye politikasının özünde ‘genişleme stratejisi’ olduğu bir sır değil zaten. Afrin’e hücum eden askerler bile mikrofon tutulduğunda ‘Hedefimiz Kızıl Elma’ diyorlardı. Türkiye tıpkı Kerkük ve Musul’da olduğu gibi Suriye’de de bir anlamda Osmanlı mirası kavgası veriyor. Bu stratejinin dayanağı da sadece tarihsel ya da ideolojik değil. Reel politikada da bir karşılığı var. Afganistan ve Irak hezimetleri sonrasında ve gelişen başkaca ekonomik ve siyasi nedenlerle, ABD’nin Ortadoğu’da doğrudan müdahale defterini kapattığı, askeri varlığını minimize edeceği sinyalleri verdiği bir ortamda patlayan Suriye iç savaşı, özellikle üç bölgesel güç, Türkiye, İran ve İsrail için yeni fırsatlar doğurdu. Her üçü de ortaya çıkan otorite boşluğunu hem bölgedeki askeri ve siyasi etkinlik alanlarını hem de mevcut sınırlarını genişletmek için kullandı. Günün sonunda, İran, Tahran’dan Beyrut’a kadar uzanma kabiliyeti kazandı; İsrail, Golan’daki işgaline ABD onayıyla meşruiyet zemini sağladı. Türkiye ise Cerablus-Bab-Afrin üçgenindeki kontrolüne rağmen, ABD’nin İran baskısını da fırsat bilerek, belli ki daha fazlasını istiyor.
“Güvenlik koridoru” yerine Kuzey Suriye yönetimiyle barışçıl yollarla bir çözüm sağlanması Türkiye için bir kazanç mıdır yoksa kaybediş midir?
Türkiye Kuzey Suriye ile barışı dolaylı da olsa aslında denedi. İmralı süreci bu dolaylı barışın çerçevesiydi. ‘Kazanç’ hesabı da şöyle yapılmıştı. ‘Kürtler Türkiye’yi bölmeyecek, Türkiye Kürtlerle büyüyecek’. Ama bu hesap tutmadı. Yeni askeri ve siyasi kontrol alanları üzerinden konuşacak olursak büyüyen Türkiye değil, Kürtler oldu. Bu gelişme üzerine Türkiye’nin genişleme politikalarına yön veren inanç, ‘Türkiye eğer büyüyemezse kaçınılmaz olarak küçülecektir’ oldu. AKP-MHP ya da İslamcı-milliyetçi koalisyonu oluşturan ve ayakta tutan da bu inanç gibi görünüyor.
Rusya’ya gelecek olursak; bu konuda Rusya’nın tavrı sizce nedir?
Sanırım Rusya’nın tepkisini şimdilik İdlib üzerinden sürmek mümkün. Zaten Türkiye-ABD arasındaki müzakerelerin ciddiyet kazanmasına eş zamanlı olarak Rusya İdlib’de mesajlarını sertleştirdi. Ama Rusya daha net bir tutumu muhtemelen bu mutabakatın zamana yayılan adımlarına göre belirleyecektir. Zira bu mutabakatın henüz tam olarak neye evirileceği belli değil.
Rusya’nın Suriye hükümeti üzerindeki etkinliği biliniyor. Rusya’nın “güvenlik koridoru” ile ilgili İdlib meselesinde Türkiye’den bir şeyler aldığını ifade edebilir miyiz?
Türkiye İdlib’de Rusya ile pazarlıkta yalnız değil. Türkiye’nin arkasında doğabilecek mülteci akınına karşı alarmda ve güçlü bir Esad rejimini asla istemeyen Avrupa ülkeleri ile hala Suriye muhalefetine Türkiye üzerinden dolaylı destek sağlayan ABD var. Kapalı kapılar ardında neler konuşulduğunu bilmiyoruz. Ama İdlip ve barış koridoru konusunda Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarında olduğu gibi bir al-ver pazarlığının yapıldığını söylemek zor. Fakat unutmamak gerekir ki ABD-Türkiye arasındaki müzakereleri yürüten ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey ilk göreve geldiğinde ‘Artık Astana sürecinin fişini çekme zamanı geldi’ demişti. Dolayısıyla güvenli bölge mutabakatının seyri hiç kuşkusuz Türk-Rus ilişkilerini doğrudan etkileyecektir.