Abdullah Gül'den Kürt sorunu çıkışı: Çözebilseydik...

11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, "Kürt meselesinin, büyük bir özgüven içinde daha kapsamlı demokratik ve temel hak ve özgürlükler çerçevesinde çözümünü gerçekleştirebilseydik, bütün vatandaşlarımızın ülkeye aidiyet ve sadakatini pekiştirir ve meselenin bölgesel boyutlara varmasını, böylece uluslararası güçlerin oyunu haline gelmesini engelleyebilirdik" dedi.

Abdullah Gül'den Kürt sorunu çıkışı: Çözebilseydik...

Gül, Abdullah Gül Üniversitesi'nin düzenlediği, “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılında Sürdürülebilir Kalkınma Sürecinde Türkiye” etkinliğinde konuştu. Gül, etkinlikte yaptığı konuşmasında; Kürt sorunu, ekonomi ve demokrasiye dair mesajlar verdi.

Gül, "Gerçekten hüzün vericidir ki bir asır geçmesine rağmen Cumhuriyetimizi hala ileri, gelişmiş bir demokrasi ile henüz taçlandıramadık. Demokrasi tabii ki var Türkiye’de. Ama söylediğim ileri ve gelişmiş bir demokrasi ile ne kastedildiği gayet iyi biliniyor" diye konuştu.

"Denenmiş ve neticeleri görülmüş rasyonel, bilimsel ekonomik ve mali politikaları günlük siyasi konjonktürlerden uzak, kararlı bir şekilde uygulamak lazım" diyen Gül,  "Anlamsız denemeler hem halkı yorar hem de Türkiye’ye vakit kaybettirecektir" ifadelerini kullandı.

Gül'ün konuşmasının tamamı şöyle:

"İsmimi taşıyan üniversite olan AGÜ’nün düzenlediği “Cumhuriyetin Yüzüncü Yıl” etkinliğinde siz değerli katılımcılar ile beraber olmaktan büyük mutluluk duyuyorum.

100. yıl olağanüstü bir yıldönümü, yani bir asrın bittiğinden söz ediyoruz. Dolayısıyla böyle bir yüzyıl geçtikten sonra milletimizin tarihinde bunu en iyi şekilde değerlendirmek, bundan dersler çıkartmak, bu çıkan derslerle geleceğe bakmak, gelecek yüzyılın perspektifini çizmek, bütün bunlar için bu tip toplantıların yapılmasını çok önemli görüyorum. Buradan çıkacak fikirlerin politika uygulamalarına geçmesinin çok önemli olduğuna inanıyorum. Arzu ederim ki Türkiye’de çok yaygın şekilde üniversiteler, sivil toplum örgütleri, ciddi müesseseler bu konularla ilgili ciddi çalışmalar yaparlar.

Önemli tarihimizin Yüzyılının böyle bir döneminde böyle önemli çalışmalar yapmak büyük bir sorumluluktur. Bütün kurumların, bütün üniversitelerin, bütün devlet kurumlarının, diğer sivil toplum örgütlerinin, aydınların, düşünürlerin, bilim insanlarının yazılar yazması, kitaplar yayınlanması, bütün bu araştırmaların, tartışmaların neticesinde yeni politikaların ortaya çıkartılması gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda çok hareketlilik görmemekten de doğrusu hayret ediyorum. Hala tabii vakit var. Umuyorum ki bu çalışmaların hepsi yapılır.

Şüphesiz ki yüz yıl önce Cumhuriyeti kuranlar, Osmanlı İmparatorluğunun paşaları ve aydınlarıydı. Onlar başta Avrupa olmak üzere dünyadaki köklü değişimi yakından takip ediyorlardı. Zaten İmparatorluğun son yüzyılı ve özellikle son elli yılına baktığımızda hep bu arayışlarla geçti.

Öyle ki, 1808 tarihindeki Senedi İttifak’tan başlayan,1876’da ilk Anayasanın kabulü, 1877’de ilk parlamentonun toplanması, 1908’de ilk çok partili seçimlerin yapılması bütün bunlar aslında Türkiye’nin yolunun Cumhuriyete, demokrasiye evrileceğini gösteriyordu. Tüm bu arayış çabaları Cumhuriyet, hukuk devleti ve demokrasi fikrini benimseyen Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yeni yol haritası olmuştu. Öyle ki, kurtuluş savaşını başlatan cemiyetin adını “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” koyacak kadar hem istiklali hem de istikbali hep hukukta gördükleri için bunu koymuşlar.”

Hemen Cumhuriyetin ilanından sonra çok partili siyasi ortama geçme tartışmalarına baktığımızda demokrasi, hürriyet, liberalizm, hükümetin denetimi kavramlarına atfettikleri önem Cumhuriyetin kurucu önderlerinin entelektüel seviyesini gösteriyor. Dolayısıyla kurucuların aklında sadece Cumhuriyet değil daha ilerisine yönelik bir vizyon bulunuyor.

Yeni Türk Devleti ve Cumhuriyetin kuruluşundan bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı çıktı. Şöyle bir birkaç başlıkla gözden geçirmek istiyorum. Bu savaşa Türkiye’yi dahil etmemek ve ülkeyi savaşın yıkımından korumak çok kıymetli idi. Neticede savaşı kapımızda iliklerimize kadar hissetsek de Türkiye’yi savaşın tahribatından uzak tutmayı bir taraf olmayarak başardık.

Öte yandan, 1950’lere kadarki bazı politika ve uygulamaların halkın reformlara yeteri kadar katılımını engellediği de bir gerçektir. Dolayısıyla, yukarıdan aşağıya doğru olağanüstü yönetim altında gerçekleşen uygulamaların neticelerini bugün bile Türk siyaset sathında kutuplaşmaların ana kaynağı olarak görüyoruz.

Her ne kadar 1946 yılından itibaren ülkede çok partili siyasi zemin ve düzgün yapılan seçimler olsa da, ne yazık ki talihsiz askeri müdahaleler ve onların çizdiği çerçevede hazırlanan Anayasalar, sivil siyaset ve yönetimler üzerinde askeri vesayet kılıcını hep canlı tuttular.

Tabii ülkemizde yaşananlar, dünyadaki gelişmelerden kopuk bir şekilde gerçekleşmedi. 1950’lere kadar, Dünya Harbine kadar Almanya, İspanya, İtalya’daki rejimler ki o zaman faşist ve otoriter rejimlerin etkileri de bölgemize yansıdı. Genel itibarıyla, Soğuk Savaş döneminin ideolojik yaklaşımlarının maliyeti öğrenci ve sendika hareketleriyle ortaya çıktı.

Dolayısıyla 1970’ler ve 1980’ler, ideolojik iç çatışmalar ve hesaplaşmalar, demagoji ve polemik dolu kısır siyasi çekişmeler nedeniyle pek çok fırsatı kaçırdığımız yıllar oldu.

Soğuk Savaşın sona erdiği, demir perdenin yıkıldığı 1990’lı yıllarda Avrupa yeni entegrasyon sürecini yaşarken, kısa süreli hükümetler ve siyasi istikrarsızlıklar, uzun görüşlü vizyoner politikalara imkân vermediği için Türkiye olarak bu fırsatlardan da yararlanamadık. Bu yıllarda Türkiye Ele geçirebileceği avantajları da kaybetti.

Kürt meselesi

Önemli bir konuya daha değinmeliyim. Mustafa Kemal Paşa’nın daha 1923’lerde İzmit konuşmasında dikkati çektiği Kürt meselesinin, büyük bir özgüven içinde daha kapsamlı demokratik ve temel hak ve özgürlükler çerçevesinde çözümünü gerçekleştirebilseydik, bütün vatandaşlarımızın ülkeye aidiyet ve sadakatini pekiştirir ve meselenin bölgesel boyutlara varmasını, böylece uluslararası güçlerin oyunu haline gelmesini engelleyebilirdik.

Ne yazık ki önce Sovyetler ve Rusya’nın,  ardından da Amerikan güçlerinin kendi bölgesel çıkarları ve öncelikleri doğrultusunda lojistik destek verdikleri bölücü terör, ülkemizin iç barış ve ekonomik kalkınmasında bir engel oluşturdu.

2000’li yılları, yani 'millenyum'u sadece Türkiye değil, tüm dünya olarak büyük bir heyecanla karşıladık.

Ekonomide liberal değerlerin hakim olduğu, dış politikada diyalog ve işbirliğinin her kapının anahtarı olduğu bir dönem başladı.

Brüksel’de NATO-Rusya Konseyinin tarafları aynı masa etrafında birleştirdiği, karşılıklı dayanışma ve işbirliği mekanizmalarının kurulduğu bu süreç dünya barışı için bir umut oldu. O dönemde elde edilen uzlaşıdan bugün dünyanın geldiği duruma şöyle bakınca doğrusu dehşete düşmemek mümkün değil. O dönemde, Ruslarla NATO üyesi ülkeler olarak bir araya gelip karşılıklı tartışıyor, konuşuyor, problemler diyalogla nasıl çözülür diye fikir üretiyorduk. Böyle samimi bir ortam vardı. Şimdi o ortamdan bugün gelinen noktayı şöyle bir düşünürseniz gerçekten çok dehşet verici.

“Güçlü bir hükümet Türkiye için bir fırsattı”

Ne yazık ki New York’taki 11 Eylül 2001 terör saldırısı bölgemizde ve dünyada güvenlik öncelikli bir bakış açısını öne çıkarttı ve uluslararası konularda uzlaşı yerine tek taraflılığın önünü açtı.

İşte böyle bir dönemde, uzun bir aradan sonra, 2002 yılında, büyük bir çoğunlukla AK Parti Hükümetini kurduk.

Böyle güçlü bir hükümet Türkiye için bir fırsattı. Demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri önemseyen, hukuk ve ekonomi alanlarına reformcu bir zihniyetle yaklaşan ve gerçekten çok ciddi hazırlıklar ortaya koyduğumuz, çok tutarlı ve sağlam bir hükümet programımız vardı.

Ayrıca çevremizdeki ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmek ve ekonomik işbirliği havzası oluşturmak da programımızın bir parçası idi. Hükümetin öncelikleri bu bakış açısının uygulanması idi. Bu sebeple, ABD öncülüğünde bölgemizdeki askeri yaklaşımlara kaygı ile bakmamız ve onlara mesafeli davranmamız gerekiyordu.

Avrupa Birliği süreci

Bu mülahazalar 3 Mart tezkeresinin Meclisimizden geçmemesinin nedeni oldu. Nitekim Irak savaşının bir parçası olmak istemediğimizi TBMM’nin hür iradesiyle tüm dünyaya göstermiş olduk.

Bu karar başta Avrupa olmak üzere, Arap ve Türk dünyasında büyük bir saygınlık oluşturdu.

Daha önceki hükümetlerin Avrupa Birliği hedefi sürecini ve ekonominin düzetilmesiyle ilgili yapısal reformlarını üstlenip, daha kararlı ve güçlü bir şekilde bu süreci ve reformları ileri taşıdık.

AB’ne katılmanın iki ön şartı olan Kopenhag siyasi ve Maastricht ekonomik kriterleriyle ilgili düzenlemeleri süratli bir şekilde gerçekleştirdiğimiz için 2005 yılında üyelik müzakerelerine başladık. O müzakereleri başlatan bir kişi olarak doğrusu yine o günlere dönüp baktığımda bunlar çok önemli dönüm noktalarıydı.

Demokrasi, hukuk ve ekonomi-mali konulardaki düzenlemeler reformlarla el ele gittiği için Türkiye’de daha güvenli bir ekonomik iklim yaratıldı. Oluşan güven ortamı Türkiye’yi bölgemizde güvenli bir adaya dönüştürdü ve doğrudan yatırımlara dönük sermaye akımını tarihinin en yüksek seviyesine çıkarttı.

Ekonomide sürdürülebilir bir büyümenin gerçek ölçütü olan “toplam faktör verimliliği” ilk on yıllık ortalama olarak 0.9 gibi son elli yılın en yüksek oranına çıktı. Bu kapsamlı süreç aynı zamanda İslam ve Türk dünyasında da ilham kaynağı oldu.”