Kürtler açısından seçim hâlâ bir mücadele alanı mı?

Kürtler açısından seçim hâlâ bir mücadele alanı mı?

Kürtler, sistemin içindeymiş gibi görünsünler diye sandığa gidebiliyor. Ama seçtikleri belediye başkanlarının yöneticilik süresi bir kelebeğin ömrü kadar. Milletvekillerinin dokunulmazlığı, polis biber gazının düğmesine basana kadar. O halde Kürtler açısından seçim hâlâ bir mücadele alanı mı? Belki soruyu tersten sormak bizi daha sağlıklı bir yanıta götürür: Kürtler açısından seçime gitmemek veya seçilmişlerin çekilmesi bir mücadele alanı yaratır mı?

"Kürtler seçimi ne yapsın?" başlıklı bir yazı kaleme alan İrfan Aktan, Muharrem İnce’nin Erdoğan’la görüştüğüne ilişkin asparagas üzerinden CHP içine atılan sis bombasının yaratacağı kargaşayla birlikte CHP’nin iktidara değil kendi içindeki çalkantılara odaklanmasını sağlamak istediğini belirtti.

İrfan Aktan'ın DuvaR'da yer alan yazısı şöyle:

CHP içindeki kargaşanın ne kadar süreceği, nereye varacağı şimdilik meçhûl. Fakat HDP’nin yaptığı erken seçim çağrısına “utangaç” bir biçimde göz kırpan, hemen ardından iktidar ve ortağı tarafından “milli güvenlik sorunu” olarak hedef gösterilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun işinin bir süre daha başından aşkın olacağı, partisi içindeki kargaşayla uğraşacağı anlaşılıyor. Ve öyle anlaşılıyor ki, birileri “kullanışlı bir gazeteci” üzerinden göle attığı taşla suyu bulandırarak bunu sağladı.

CHP içinde sular ne zaman durulur, bilinmez.

Fakat bunun, erken seçimi katiyen gündeme getirmek istemeyen iktidara zaman sağlayacağı açık.

Çok uzun yıllardır aktif siyasetin içinde olan eski bir HDP milletvekili, Sezai Temelli’yle yaptığımız söyleşi üzerine aradı ve sözü erken seçim çağrısına getirdi. Ona göre HDP’nin erken seçim çağrısı için “erkendi”. Bu çağrıyı öncelikle CHP’nin yapması gerektiğini, fakat HDP’nin bu çağrısının CHP’yi frene basmaya ittiğini iddia etti. Öyle mi, değil mi, bilemeyiz.

Fakat muhalefetin iktidarı zorlayacak en güçlü aracının erken seçim baskısı olduğu söylenebilir.

Gelelim HDP’nin geçtiğimiz hafta parlamento ve elde kalmış belediyelerden çekilmeyeceğini açıklayıp erken seçim çağrısı yapmasına…

İktidarın 31 Mart’tan hemen sonra tekrar kayyım politikasına dönebileceğini HDP bile beklemiyordu galiba. Çünkü AKP-MHP’nin bu kadar aleni bir hukuksuzluğa başvurmasının kendisi açısından ciddi bir meşruiyet sorunu yaratacağı düşünülüyordu.

Kullandıkları oyu tamamıyla hükümsüz kılan, onları seçim-temsiliyet sisteminin dışında bırakan böylesi sistematik müdahalenin Kürtlerde yaratacağı “duygusal kopuşu”, “aklı başında” bir iktidar belki göze alamazdı.

Peki Kürtlerdeki “duygusal kopuşu” derinleştirmemeye yönelik bir akıl var mı? Daha doğrusu iktidarın böyle bir akla ihtiyacı var mı?

Hayır.

Türkiye, demokrasiyle yönetilen bir ülke olmadığı için, milyonlarca insanın seçme-seçilme hakkının fiilen elinden alınması iktidarın elini zayıflatmıyor, güçlendiriyor.

O yüzden Kürtlerin seçim-temsiliyet sisteminin dışında bırakılması, kayyım politikasının bir sonucu değil, bizatihi bu politikanın sebebi.

Bu açıdan iktidarın Kürtlerle karşı karşıya gelmek istemeyeceğine ilişkin beklenti bayat bir ezberden ibaret. 7 Haziran 2015’ten beri Kürt seçmen, iktidarın meşruiyet devşirme alanının dışında tutuluyor. Hatta anti-Kürt politikanın kendisi meşruiyet devşirme yöntemi halini almış bulunuyor.

Dolayısıyla HDP’nin parlamentodan veya kazandığı belediyelerden çekilmesinin Ankara’da sarsıcı bir etki yaratmasını beklemek büyük yanılgı.

Peki böylesi bir hamle, Kürtler içinde sarsıcı etki yaratabilir miydi?

Kimine göre Ankara’da veya elde kalmış belediyelerde “temsil” edilmemek Kürtlerin “mevzi” kaybına, halkta yılgınlığa sebebiyet verir, kimine göre tam tersi sonuçlar yaratır.

Siyasi adımların toplumsal sonuçlarını kestirmek kolay değil. Ama hâlihazırda iktidar, Kürtlerin bu sistemin içindeymiş gibi gösterilmesinden, fakat fiilen sistemin dışında tutulmasından, bunun sürdürülebilir olmasından gayet memnun.

Kürtler, sistemin içindeymiş gibi görünsünler diye sandığa gidebiliyor, oy kullanabiliyor, hatta seçebiliyorlar da. Ama seçtikleri belediye başkanlarının yöneticilik süresi bir kelebeğin ömrü kadar. Milletvekillerinin dokunulmazlığı, polis biber gazının düğmesine basana kadar.

O halde Kürtler açısından seçim hâlâ bir mücadele alanı mı?

Belki soruyu tersten sormak bizi daha sağlıklı bir yanıta götürür: Kürtler açısından seçime gitmemek veya seçilmişlerin, bulundukları alanlardan çekilmesi bir mücadele alanı yaratır mı?

Zor.

Çünkü elde kalmış “temsili” temsiliyet alanlarının dışında bırakın mücadele yürütmek, bir söz sarfetmek, bir basın açıklaması yapmak bile mümkün değil.
Dolayısıyla HDP’nin parlamento ve elde kalmış belediyelerden çekildikten sonra etkili bir siyaset yürütebileceği bir saha da yok.

Görüştüğümüz pek çok HDP’li milletvekilinin “sahadaki” izleniminin özeti şöyle: “Bir milletvekili olmadığı zaman insanlar basın açıklamasına bile gelmeye çekiniyor.”

Peki milletvekilinin olduğu basın açıklamasında, halkın gözü önünde tartaklanması, yüzüne gaz sıkılması insanlardaki korkuyu daha da derinleştirmiyor mu?

Seçebildiğiniz ama temsil edilemediğiniz, seçilebildiğiniz ama yönetemediğiniz bir sistemin içinde yer almanın getirisiyle maliyeti mukayese edildiğinde net bir sonuca ulaşmanın en iyi yolu, kitlelerin beklentisini tartmak ve ona göre hareket etmek.

Fakat bu konuda HDP seçmeninin de en azından görünürde ortaklaştığı bir sonuç, karar yok. Bu “kararı” tartmak, görünür kılmak ve buna göre hareket ettiğini, adım attığını “ispatlamak” HDP’ye yönelik “neden hâlâ oradasınız” tepkilerine yanıt olabilir.

Bugün ayaküstü tartıştığımız bir arkadaş mealen, “HDP’nin Ankara’yı sarsmak için değil, bu ‘demokrasicilik’ tiyatrosunun sahnesini boş bırakmak için çekilmesi gerekiyordu” diyor ve şöyle ekliyordu: “Bırakalım belediyeler, Meclis’teki iskemleler onların olsun. ‘Kayyım uygulaması demokrasiye zarar veriyor’ türü açıklamaların Kürtlerde nasıl bir etki yarattığını görmüyorlar mı? Ülkede hâlâ kırık-dökük bir demokrasi olduğu hissini yaratmak bile, uygulamadaki faşizme katlanmaya, dolayısıyla karşılığı olmayan bir beklentiye sebep olmuyor mu?”

Peki bu beklenti ortadan kalktığında ne olacak? Bu soruya net yanıt verilmeden yapılacak “radikal bir hareketin” Kürtler ve Türkiye üzerindeki etkisinin ömrü ne kadar olacak?

Siyasi öncüler tüm bunları hesap ederek adım atmak zorunda oldukları gibi, “radikal bir hareket” beklentisinin karşılığını vermeyince oluşan tepkileri de ikna edici argümanlarla dindirme sorumluluğuna sahip.