General Eziz Weysi: Ne Radikal Sağ, Ne Radikal Sol, Sadece Doğru Yol!

General Eziz Weysi: Ne Radikal Sağ, Ne Radikal Sol, Sadece Doğru Yol!

Özellikle Arap baharından sonra, bir kısım Kürtler, öfkeli ve bir zorlu bir fırtına gibi Ortadoğu’nun büyük bölümünü ve özellikle Arap ülkelerini saran rüzgarın iyi bir fırsat olduğunu ve bundan kazanabileceklerini düşündüler. Bu kesimler bu zorlu atmosferin Kürdistan üzerindeki etkilerini fırsat bilerek ve Kürdistan yönetiminin eksikliklerini de bahane ederek, mevcut iktidarı devirerek kendilerini alternatif haline getirmek istediler; yani temel istekleri reform veya çözüm değildi, ama iktidarı ele geçirmekti. Kürdistan’ın, bölgenin ve dünyanın objektif koşullarını mantıklı bir değerlendirmeye tabi tutmaksızın, doğrudan “Yıkılsın!” sloganlarıyla yıkım işine giriştiler. Diğer ülkelerde meydana gelen altüst oluşların nedenleri nelerdir, Kürdistan’da aynı nedenler var mıdır, umurlarında değildi. Sanki Kürdistan Irak’a bağlı federal bir bölge değilmiş de bağımsız bir ülkeymiş gibi davrandılar. Oysa unutmamak gerekirdi ki, bütün özelliklerine rağmen Kürdistan, Federal Irak’ın bir parçasıydı ve şimdi de öyledir. Dolayısıyla, Kürdistan’da yapılacak bir sistem değişikliğinin bütün Irak’ın durumunu göz önüne alması gerekirdi. Bu temelde, sadece Kürdistan’daki bir sistem değişikliği, Kürdistan’ın devrilmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla, onların sözlüğünde yalnızca devirmek vardı; objektif kriz durumunu bir “yıkım faktörü” olarak değerlendirdiler. Oysa bu tarz bir hareketin Kürdistan’ın bütün kazanımlarının yitirilmesi anlamına geleceğinden haberdarlardı. Ve gerçekte niyetleri, dile getirdikleri slogan ve taleplerden uzaktı.

Geçmişte bu coğrafyada yaşanan bütün krizlerde, bir Kürt hakimiyetinin olmaması, birbiri ardına katliamlara yol açmıştı. Bu anlamda sözü edilen kesimin çabaları öyle bir raddeye varmıştı ki, Kürdistan yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu “radikal sol” muhalefet, o dönemin bütün Ortadoğu bölgesinde hareketli olan şiddet yanlısı sağ ile bir tür ittifak yapmıştı. Bu ittifak herhangi bir siyasi veya bilimsel ilke veya ahlaktan yoksundu. Geçici evlilik (muta nikahı) tarzında bir ittifaktı bu. Bu kapsamlı yıkım hareketi, Kürdistan üzerinde gerçek bir tehlike haline gelmişti. Böylece, Kürdistan yönetimi, bu yıkıcı şiddet hareketinin de facto haline gelmesi ve Kürdistan’ın kendini savunmak yerine teslimiyeti kabul etmesi anlamına gelen bu felaketin önünü almak için bütün gücüyle çabalamak zorunda kaldı. Aynı dönemlerde, bazı dış güçler de, Mısır, Tunus, Suriye ve kısmen İran’da meydana gelen değişikliklerin Kürdistan’da da gerçekleşmesi için çalışıyorlardı ve bunun için de Kürdistan’daki bu hereketlere arka çıkıyor ve teşvik ediyorlardı.

Zaman içinde Kürdistan yönetimi çağdaş ve bilimsel tarzda bu sorunun üstesinden geldi ve Kürtlerin tarihsel kazanımlarının yitirilmesini engelledi. Yine de, Kürt gücünün bu biçimdeki bölünmesi, Kürdistan’ı kötü bir mecraya soktu, ekonomik durumu bozarak kamu hizmetlerine zarar verdi. Şiddet yeniden ortaya çıktı ve dış güçler, Kürdistan’ın içlerine daha fazla müdahale edebilmek için uygun fırsatlar elde etti. 

Bu dönemden sonra artık yönetim ve muhalefet iyi bir karşılıklı anlayışa sahip olamadı. Bu nedenle, artık hükümet ne yaparsa yapsın, muhalefet karşı durdu ve hükümetin bütün iyi çalışmalarına karşı da halkı kışkırtarak kabul etmemeleri ve karşı çıkmaları için teşvik etti. Hükümet ve muhalefet, başarılı ve çağdaş bir egemenlik modeli olacaklarına, birbirlerine düşman oldu.

Sonrasında bu yıkıcı hareket başarılı olamayınca, “su altındaki mıknatıs” stratejisini uyguladı, muhalefeti bıraktı ve hükümet içinde yer alarak, ‘Kürdistan’ın dört huzur ve barış yılı’ propagandasına sarıldı. Oysa asıl niyetleri yeni bir fırsat bekleyerek, dışardan değil de içerden hükümete öldürücü bir darbe vurmaktı; herkesin bildiği üzere bu stratejilerinde de başarılı olamadılar. 

Karşıtlık ve Çelişkilerin Derinleşmesi

Buradaki konumuz bu tarz gelişme ve çelişkilerin topluma olan etkileridir. Radikal bir sol ortaya çıkmıştır ve varolan hiç bir şeyi kabul etmemekte, herşeyi değiştirmek istemektedir; ve bu değişim de, varlıktan yokluğa, ayakta olmaktan yıkıma doğru bir değişimdir. Yani, radikal solun yıkıma şiddetli bir eğilimi vardır. Buna dayanarak, Kürt varlığına tahammülü olmayanlar, açgözlülükle onların bu yıkım çabalarının başarısını beklemektedir; öyle ki mevcut yönetim yerine kendileri Kürdistan’da egemen olabilsinler. Bu da sadece Kürdistan’ın işgal ve baskı altına alınmasına yaramaktadır. Bunun dışında bir anlamı yoktur. 

Yeni Dönem 

Bu karmaşık ve düşmanca tasarılara rağmen yeni bir dönem başlamıştır. Başkomutanları ve önderleri Mesut Barzani öncülüğündeki Kürtlerin DAEŞ teröristlerine karşı zaferi, Kürtlere yeni bir şans ve fırsat verdi; öyle ki Kürtler ve peşmerge insanlığın koruyucuları olarak öne çıktı; bu da insanlığın çoğunun Kürdistan’dan yana olmalarına yol açtı ve aynı zamanda, Kürdistan cografyasının yüzde 96’sı Kürdistanlıların eline geçti. Bazen gelişmeler öylesine hızlı olur ki, eğer fırsatları birkez kaçırırsan, bir kez daha elde etmen zorlaşır. Çaba, mücadele ve örgütlü hareket bilimsel yöntem ve programlarla yürütülürse, zafer elde edilir. Büyük ozan Ehmedê Xanî’nin dediği gibi “Dem dî bo te yek du firset / Heram e jê re bidî muhlet.” Referandum işte bu mantıkla gerçekleştirildi. Varolan bütün risklere, bazı hain çevrelerin ve özellikle Kürt nufusu olan ülkelerin karşı propagandalarına rağmen, akıllara durgunluk verecek biçimde Kürdistanlıların yaklaşık yüzde 93’ü bağımsızlık yönünde oy kullandı. 

Kısacası, 16 Ekim ve sonrasında, bir kez daha Kürdistan toprağını işgal etmek ve Kürt bayrağını indirmek için Kürdistan’ın tarihi işgalcilerinin, Kürtlerin iç barışını bozulmasına ihtiyaçları oldu. Kürtlerin çelişkilerinden yararlandılar. Tarihleri boyunca karalama ve düşmanlık dışında birşey yapmamış, Kürdistan bağımsızlığı için parti, hareket ve önderlerini örgütleyememiş olmanın çekemezliği ile kin ve kıskançlıkla dolu olanların yarattığı çelişki buna uygundu. En radikal şiddet yanlısı sol ile en keskin sağ kesimler birlikte hareket ettiler. Kürdistan’ın bağımsızlık talebini engelleyemeyince, bu kez ihanete başvurdular ve zaferin zirvesi olacak bir zamanda düşmanla elele vererek ihanetteki rollerini oynadılar. Başkan Barzanî’nin cesaret, fedakarlık ve bilgeliği ile, peşmergenin kahramanlık ve toprağa bağlılığı olmasaydı, sadece Kürt halkının hayalleri değil, Kürt ve Kürdistan adı da sonsuza kadar gömülecekti. Burada önemli olan nokta şuydu: Bu kin ve kıskançlık dolu tavrın temel amacı, Kürdistan’ın bağımsızlığa kavuşmamasıydı. Bu tarz bir tutum da, siyasi olmaktan çok ruhsal bir hastalık tutumuydu. Yoksa kendisinin de içinde olduğu evini yakmanın siyaseti olur mu? Kin ve düşmanlık öyle bir dereceye gelmişti ki, denge yitirilmiş ve kendi davranışları kendi kontrollerinden de çıkmıştı. Tamamen ruhsal bir hastalık durumuydu. 

Sol ve sağ şiddet yanlıları arasında, ortada bir kesim de vardır ki ikisinden de kötüydü ve temel amaçları sadece ortalığı karıştırmaktır. İyi veya kötü herşeye karşıdırlar. Her ne olursa olsun Kürt toplumunun iç barışını bozmayı amaçlarlar. Herhangi belirli bir cepheleri yoktur. Onlar için önemli olan, uygun bir olay ya da durum bularak halkın dikkatini çekmek, halkı karşı çıkmaya teşvik etmek ve herhangi bir yolla barış ve huzuru bozmaktır. Bunlar dış güçlerce örgütlenmiş olmasalar bile, Kürtlerin her türden statüsüne karşı olan düşmanların hizmetini görürler. Bu yüzden, bunların Kürtlerin içinde çelişkiler üretmek için oluşturduklarına inanmak için sebepler vardır. 

Bir Örnek: Renkler Festivali

5 Nisan 2019’da Kürdistan’da Renkler Festivali gerçekleştirildi. Bu festival vesilesiyle sözünü ettiğim hiç bir cepheye dahil olmayan bu karıştırıcılar ortaya çıktı. Festivali eleştirenlerin sosyal medya paylaşımlarına baktığınızda, Kürtlerin dinsel ve toplumsal özellikleri konulu paylaşımlar yaptıklarını görürsünüz. Yaptıkları propagandalara göre, toplumda bireylerin hayat tarzlarına saygı yoktur ve bu da toplumsal özgürlük ve gelişme ile uygarlaşma önünde engeldir. Doğrudur, bu festivalde yapılan gösteriler bizim kültürümüzden farklıydı; ancak başka kültürleri tanımak kendi kültürümüze zarar vermek anlamına gelmez. Aksine, bir halk için başka kültür ve uygarlıkları tanımak, su ve hava kadar gereklidir. Bu festivali eleştirenlere sorum şudur: başka kültürleri eleştirmek için kullandığımız bu araçlar bizim kendi icadımız mıdır, yoksa başka kültürlere sahip halkların ürünlerinden mi yararlanıyoruz? Başka ulusların teknolojilerini kullanmıyor olsaydık, yıllarca geriden takip etmemiz gerekecekti. Bu yüzden kapımızı başka kültürlere açmalı ve davranışlarımızda bilimsel olmalıyız, bunun sonucunda kazanan biz oluruz. Unutmamalıyız ki globalizmin dünyasında yaşıyoruz; yasakladığımız herşeye insanlar cep telefonları ve bilgisayarlarıyla ulaşabilirler ve yasaklanan şeylere halkın ilgisi daha fazladır. Öyle bir dönemdeyiz ve bilmemiz gerekir ki, bu yasaklar sonucunda binlerce gencimiz göç yollarına düşüyor ve günlük olarak Ege denizi ve diğer kaçak göç yollarından yürek yakan haberler alıyoruz. 

Doğrudur, herşeyimizi olumsuz görmemeliyiz, ama bununla beraber farklılıklara da şiddetle yaklaşmamalıyız. Yeni dünyada insanlar her zamankinden daha çok birbirlerine ihtiyaç duyar. DAEŞ’e karşı savaşta dünyanın süper güçleri Kürtlerin kahramanlık ve savaşçılıklarına ihtiyaç duydular, ama aynı zamanda bizim de bu ülkelerin teknolojilerine ihtiyacımız vardı ve savaşta birbirimizi tamamladık. Tam da bu karşılıklı tamamlanma zaferin nedeni oldu. Kültür ve uygarlıkların barışı önemli ve gereklidir. Savaş içindeki ara zamanlarda onlar haç çıkararak dua ediyor, biz de namazımızı kılıyorduk. 

Şiddet yanlısı sağcılara gelince, dinsel kurumlar yoluyla diğer inançlara karşı duranlar, toplumun açık bir zindanda yaşamasına neden olurlar. Bilinmelidir ki her etkinin bir tepkisi olur; korkumuz şudur ki, bugün özgürlüklerini gaspettikleriniz, yarın bizim kutsal mabetlerimize saldırırlar ve camiler ve dini şahsiyetler de hedef haline gelir. 

Aynı konuyla bağlantılı olarak, muhalefet ve yönetim arasındaki çekişmede, değişim talep edenlerin kendileri, değişim önünde engel haline gelirler. Muhalefet ve eleştiri, toplumun gelişimi için en önemli iki etkendir. Ancak her iki etkenin de bilimsel yöntemlerle kullanılmasına ihtiyaç vardır. Önce karşındakinin ne olduğunu bileceksin, ne diyor, amacı nedir; eleştiriye konu ettiğin konunun ayrıntılarını bilmen gereklidir, öyle ki eleştirin anlamlı olsun ve seni olumlu bir düzeye taşısın ve mevcut durumu daha iyi bir düzeye taşıyabilesin. Böyle olmazsa, kör biri gibi kılıcını her tarafa sallarsın; açıktır ki bunun sonucu herşeyin harab olmasıdır ve elinde olan herşeyi de yitirme tehlikesine neden olursun. 

Kürdistan Bölgesi’nin Gereklilikleri

Bana göre bizim ne radikal bir sola, ne de tutucu bir sağa ihtiyacımız yoktur. Aşırı sağın “herşey olduğu gibi kalmalıdır, değişmemelidir” yaklaşımı yanlıştır. Aynı zamanda, varolan herşeyimizi değersizleştirmek ve alternatifleri dışarda aramak da yanlıştır. Elbette iktidar ve muhalefet, sağ ve sol, değişimci ve muhafazakar, eleştiri ve özeleştiri vs. bunların hepsinin aydınların, sosyal, siyasal ve psikolojik bilimlerin sürekli araştırmasına ihtiyaçları vardır. Aynı biçimde hem iktidar, hem eğitim kurumları ve hem de aydınların, ulusal barışın sağlanması ve korunması için çok çaba sarfetmesi gereklidir. Bunun olması için de, karşılıklı doğru anlayışın gelişmesi gerekir. Şiddete saplanmaksızın, durağan olmamak ve sürekli gelişmek için doğru ve derin araştırmalar gereklidir. Aydın, din adamı, bilim insanı, sosyolog ve siyasetçilerimizin, sürekli olarak bilim, felsefe ve ahlak bilimi araçlarıyla çaba içinde olarak, sağcı kesimleri tutarlı bir hareket hattına çekmeye ve toplumumuzun ihtiyaç duyduğu değişime taraftar yapmaya yönelik çalışmalar içinde olmaları gerekir. Sol kesimlerin de, değişimlerin ülke ve ulus bilinci çerçevesinde gerçekleşmesi, reform ve değişim amaçlarının ülke ve ulus perspektifinde ele alınmasına inanmaları gerekir. Gerçekleştirdiğin hareket sonunda ülke toprağını düşmana verdiğinde, halkın özgürlüğünü kaybedip zincire vurulduğunda ve bütün kazanımlarını kaybettiğinde, hangi mantıkla kendine devrimci ve yaptığına da devrim dersin? Açık ki bu yalnızca ruhsal bir hastalık ve bir intihardan başka birşey değildir. Yine, hiç birşeyi kabul etmeyen kişi ve kesimler de, toplumsal temellerimizin korunması gerekliliğini anlamalı ve çatışmaya götürecek her türlü etkenden uzak durmalıdırlar. 

İkiye Bölünmüşlük

Bahsettiğimiz bu sorunlarla bağlantılı diğer bir nokta da, halkımızın iki karşıt cephede olma durumudur: Ya taraftardır, ya karşıttır. Ara alan yoktur. Diyelim ki televizyon ekranında, gazetelerde veya sosyal medyada önemli bir konu gündeme getirilmiştir. Konuyu getirenin taraftarları ya da siyaseten ondan yana olanlar, konunun içeriğine bakmadan, anında hüküm vermektedirler. Anlamaksızın ya övmekte veya ağaşılamaktadırlar. Bunların çoğu da tartışılan konu hakkında uzaktan yakından bilgi sahibi olmamışlardır. Sözleri ve mesajları konu üzerine değil, o konuyu gündeme getiren kişi üzerinedir. Bir kesim de yalnızca papağan gibi söylenenleri tekrarlamaktadır. Oysa gerçek dünya karşısında ilk koşul, insanın görme yeteneğidir; iyi okumalı, iyi derinşemeli ve ayrıntıları gözlemelisin. İkinci koşul, objektif olmaktır, yani iyi bir anlayış ve görüye ulaşmak için, baktığın ya da okuduğun şeyi olduğu gibi görmek zorundasın. Siyah bir gözlüğün arkasından bakarsan, baktığın şey hakkında doğru bir bilgiye ulaşamazsın. Yine renkli bir gözlüğün arkasından baktığında da, kendi amacına zarar verirsin ve sonuçta doğru bilgi ve gerçek zarar görür. Haberleşme, sosyal ağlar ve iletişim araçlarının bu tarzda sorumsuzca kullanılması, karışıklığa ve toplumsal barışın zarar görmesine yol açar. Bu sağlıksız adımlar da birikerek şiddetli çekişmelere ve iç savaşa kadar gidebilir. 

Sonuç

Sonuç olarak siyasal alan ve toplum psikolojisi üzerinde üç cephenin etkili olduğu anlaşılıyor. Ya radikal sol, ya tutucu şiddet yanlısı sağ, ya da cephesi belli olmayan kesimler. Ancak ılımlı orta kesim yoktur veya varsa bile çok zayıftır. Bu tablo da, toplumumuzda toplumsal gelişmenin ahlaki ve bilimsel boyutlarının oldukça zayıf olduğunu göstermektedir. En önemlisi de, içimizden birçoğunun ruhsal olarak ulusal birlikten uzak olmalarıdır. Bu büyük bir tehlikeye işaret etmektedir ve toplumda siyasal bir hareket olsa da, bunun önünü görmediğini, kendisinden başkasına tahammülü olmadığını göstermektedir. Oysa biliyoruz ki, istemeyenlerimiz uyanıktır ve dört bir yanda varlığımızın yıkımını beklemektedir. Bunlara karşı ülke savunmasında ulusal birlik, herkesin tek bir partiye üye olmasının birliği değildir; aksine, farklı partilerin birliği anlamlıdır. Birlik, tek bir düşünce hattının birliği değildir, birçok farklı düşünce ve tutumun birliğidir. Ulus farklı partilere ihtiyaç duyar, ama her partinin de ulusal bir çerçevede hareket etmesine ihtiyaç vardır. Siyasal rekabet olmadan, toplum durgun bir su gibi kalır ve çürür. Ancak bu siyasi rekabet ulusal bir çerçevede ve ulusal birlik çerçevesinde olmazsa ve yalnızca körce kendi tarafını över ve rakiplerini de körce karalarsa, bu toplumda kesif bir karanlığa yol açar ve sonunda toplumu şiddete götürür. Bu, Kürt ulusunun karşı karşıya olduğu en büyük tehlikelerden biridir. Özellikle dört yandan tehdit altında olduğumuz bugün, su ve hava kadar gerçek bir birliğe ihtiyacımız vardır. 

Tolerans sahibi bir toplumun inşası, kendine ve kişiliğine göre düşünce ve inanç sahibi bireylerin ortaya çıkması, doğaldır ki kişi ve kesimler arasında çelişkilere ve sorunlara yol açar. Bundan dolayı, öyle bir seviyeye ulaşmalıyız ki, insanlar ve kesimler arasındaki çelişkileri toplumun geliştirilmesi yolunda değerlendirebilmeliyiz. Tüm toplumumuz anlamalıdır ki çelişki doğaldır ve normaldir. Farklı düşünce, renk ve tutumların varlığı kabul edilmelidir; demokrasi, bunun içselleştirilmesidir. Bu içselleştirilmezse, mevcut çelişkiler adım adım toplumsal şiddete götürür. Özellikle düşüncelerin karşılıklı anlayışı geliştirilmezse, şiddete yol açar ve sonuçta iç savaşa kadar götürür. Oysa aksine, eğer karşılıklı anlayış olursa, bu farklı inanışlar şiddet ve savaş yerine, düşünce zenginliğine yol açarlar ve toplumsal atılım ve gelişmenin etkenleri olurlar. Bununla bağlantılı olarak, eğer siyasal uzlaşı ve ulusal barış tesis edemezsek, kurumların organize sistemiyle işlerimizi geliştirmezsek, şiddete savrulmaksızın çağdaş ve gelişmiş bir topluma ilerlemezsek, kimse bizim yerimize bu işi yapmaz. Bu halde uzlaşı yerine ayrışma toplumun damarlarına kadar nüfuz eder. 

Huzur ve barışımız siyasal uzlaşıya bağlıdır. İki Avrupa ülkesinin, Fransa ve İngiltere’nin tecrübesi bu anlamda önemlidir, ki bu ülkelerde ılımlı sağ ve ılımlı sol birlikte çalışır. Toplumsal gelişme için doğru yol budur. Bu güçlerden hangisi iktidara gelirse gelsin, ne demokrasi çöker, ne de gelişme durur. Ne de iktidara gelen parti, muhalefette kalan rakibinin düşünsel ve yaşamsal haklarını kısıtlamaz. Çünkü değişik tutum ve düşüncelerdeki farklılıktan, toplumun geliştirilmesi için yararlanılır. Biz kendi içimizde güçlü olmalı, barış içinde yaşamalı ve gelişmeliyiz; aynı zamanda dışarıya karşı gelişkin bir toplum modeli sahibi olarak, dünya güçlerinin desteğini kazanmalı ve böylece ulusal talep ve amaçlarımızı elde etmeliyiz. Askeri, polisiye ve hizmet kurumlarımızın halkın önünde engel değil, onun hizmetinde, ülke ve toplumun barış ve gelişimini sağlamaları konusunda son derece hassas olmalıyız.

Dünya sürekli bir değişim sürecinde hareket halindedir ve bu değişimler bizi beklemez. Kimse de bu ilerlemeyi durduramaz. Tarihe baktığımızda, hiç bir toplumun olduğu gibi kalmadığını ve ille değiştiğini görürüz. Değişimlere karşı bilinçli ve anlayışlı tutum alındığında, bunlar ülkelerin gelişmesine yol açmışlardır. Ancak anlayış ve bilinç yokluğunda, bu değişimler katliam ve yokoluşlara götürmüşlerdir. Aynı biçimde, sadece kendimizi görür, sadece kendimizi kabul eder ve dış dünyayı görmezden gelirsek, insanlığın trajik tecrübeleri olan faşizm ve nazizme doğru gideriz. Bu nedenle, farklı etnik, kültürel, dinsel, mezhepsel uygarlıksal ve inançsal yapıların varlığını kabul etmeliyiz. Bu tutum birçok çevrenin ideallerimize ve meşru haklarımıza kavuşmamız için bizi desteklemelerine yol açacaktır. Dünyada ve özellikle Ortadoğu’da bütün güç, ulus ve kültürler son derece hassas bir dönemden geçmektedir. Her güç yok olmamak için kendi iç birliğini sağlamaya çabalamaktadır. Bu döneme doğru cevap verebilmek için ilk koşul ulusal birliktir. Ve yine unutmamalıyız ki, çelişki doğaldır, hayatın temelidir ve yaşamın gelişmesi ancak çelişkiler yoluyla mümkündür. Bu noktada önemli soru şudur: Bu çelişkileri canlılık ve gelişmenin etkenleri haline getirebilecek misin, yoksa yeteneklerini bunların seni içten çökertmesi için mi harcayacaksın? Doğal çelişkiler toplumdaki parti, taraf ve bireylerin şiddete yönelmesine yol açarsa, bu son felaket olur. Ama eğer biz parti, taraf ve bireylerle bu çelişkileri toplumumuzun canlılığı ve gelişimi için kullanabilirsek, dünyanın bu hassas ve tehlikeli döneminde, tarihte görmediğimiz kadar huzurlu ve refah dolu bir düzeye ulaşabiliriz. Bu da, siyasi ve toplumsal bir uzlaşıyla mümkündür ve aydınlık ve güzel bir geleceğin temelidir.